23 Aralık 2024 Pazartesi

BAZAN KUSUR BİZDE DE OLABİLİR

 KUSUR BİZDE DE OLABİLİR

Adamın birisi karısının iyi işitmediğinden yakınıp duruyormuş. Bir doktora danışmış. Doktor adama

- Eve git. eşine önce 40 m.den " akşama ne yemek pişirdin ?" diye sor. Cevap alamazsan 30m.den          " akşama ne yemek pişirdin ?" diye sor. Yine cevap alamazsan, 10m. den " akşama ne yemek pişirdin ?" diye sor. Cevap aldığın yere kadar soruyu tekrarla demiş. Adam koşarak eve gelmiş. Bakmış eşi mutfakta, mutfağa 40m. uzaklıktan eşine:

- " Karıcığım akşama ne yemek pişiriyorsun?" demiş. cevap yok. 30m.den

-  " Karıcığım akşama ne yemek pişiriyorsun?" demiş. cevap yok. 20 m.den

- " Karıcığım akşama ne yemek pişiriyorsun?" demiş. cevap yok. 10m. den

- " Karıcığım akşama ne yemek pişiriyorsun?" demiş. cevap yok. derken karısının yanına kadar varmış ve aynı tonda; 

-" Karıcığım akşama ne yemek pişiriyorsun?" deyince ... Karısı,

- "Hayatım beş keredir aynı soruyu soruyorsun beş keredirde akşama tavuk ve pilav pişirdim diyorum. Demiş. Bazan kusur kendimizde de olabilir. Bu seçeneği hiç dışlamayalım. hyetgin

13 Kasım 2024 Çarşamba

DÜNYANIN EN BÜYÜĞÜNÜ SELAMLAYACAĞIZ


 DÜNYANIN EN BÜYÜĞÜNÜ SELAMLADIK

7 Kasım 2024 Perşembe

ALEVİ CANLANDIRALIM IŞIĞI PARLATALIM

 ALEVİ CANLANDIRALIM IŞIĞI PARLATALIM

Kayyumları duyunca daha önce yazdığım bir yazımı güncelleme gereği duydum. Karartmaya çalışanlar hep olacaktır. Biz parlatanlar tarafında olmalıyız. Ateşi parlak tutanlara selam olsun.

        Adamın biri hiç aksatmadan sürekli olarak bir grubunun toplantılarına katılıyordu. Kimseye haber vermeden toplantılara katılmaz oldu. Üç beş hafta sonra gruptan bir arkadaşı bir akşam çat kapı onu ziyarete gitti.  Arkadaşını tek başına ve yanmakta olan ateşli bir ocağın karşısında oturur buldu. Ev sahibi arkadaşını kabul etti. Huzurlu ve sessiz bir atmosfer vardı. Her ikisi de ocakta yanmakta olan odunu seyre daldılar. Alevleri, dumanı, isi, pası seyrediyorlardı. Birkaç dakika sessizlikten sonra gelen konuk, ocakta yanmakta olan odunların en güzel, en parlak ışığı saçanı seçti ve maşa ile onu ocağın kenarına aldı. Sonra yerine oturdu. Ev sahibi sessizce olanı biteni izliyordu. Az bir süre sonra o yanmakta olan güzel ve parlak alevli odun yavaş yavaş alevini yitirdi ve söndü. Ateşi kalmadı.  Önceden ısı ve ışık saçan nesne kara bir eysiye dönmüştü. Konuk geldiğinden beri aralarında çok az konuşma geçmişti. Gelen arkadaş gitmeye hazırlanmadan önce o sönmüş, eysileşmiş odun parçasını maşa yardımı ile yeniden yanmakta olan ateşin ortasına koydu. Odun yeniden alevlendi. Ateşi hemen yeniden canlandı. Etrafındaki diğer ateşlerin yardımı ile hızla tutuşarak tekrar yanmaya başladı.

Konuk gitmek için ayağa kalktı, ocak başındaki arkadaşına önce akıl olmak üzere sağlıkla kal, derken… Ev sahibi “Ziyaretinden ve bana ocakla anlattığın güzel dersten çok etkilendim, sağ ol. Yakında döneceğim.” dedi.

         Örgütler tür ve cinsleri ne olursa olsun hayatımızda önemlidir. İnsan var olduğu günden bu yana da önemli olmuştur. Aileler de birer örgütlenmedir. Çok basit gibi gelir ama aileye her yeni katılan üye, diğerlerinden ısı ve ateş alır. Hem kendi enerjisi artar hem grubun gücünü artırır.  Örgütün üyeleri de ateşin parçalarıdır. Ateşi azaltmak değil çoğaltmak gerekir ancak kendi ışığımızı da o şekilde çoğaltabiliriz. Aileden başlayarak tüm örgütlerde öncelikle kendi aramızdaki bağı, birliği ve güveni artırmalıyız. Gelen eleştirileri yargılamadan anlamaya çalışmalıyız ama bu husus Türkiye toplumunda çok zordur. Çünkü sıradan insanlar hep yaşadıklarını yaşatırlar. Evde şiddetin, okulda şiddetin, çocuğa şiddetin, kadına şiddetin, hayvana şiddetin, halka şiddetin önemli nedeni budur. Herkesten de bunun farkında olmasını bekleyemezsiniz. Çünkü şiddet ve mobbing bir hastalığın da yansımasıdır. Gelene tafra, bana itaat etmeyene yafta etki alanımızı da saygınlığımızı da güvenimizi de sıfıra müncer eder. Bitirir ağam, bitirir. Etki alanımızı güçlendirmenin yolu önce birlik noktalarımızı öne çıkarmaktan geçer. Anlamaya çalışmaktan geçer. Üyelerin örgüte zarar vermeyecek hassasiyetlerine hürmet etmekten geçer ki o zaman etki alanımız gerçekten genişler ve süreklilik kazanır. Sonra katılımlar çoğalır. Sonra giderek yığınsallaşma başlar. TÖS dönemlerine herkes iyi bakmalı. Bir ilçeye bir öğretmen geldiğinde ilk karşılayan TÖS üyeleri olurdu. Sadece ad-soyadı sorulur ihtiyaçlarının giderilmesine odaklanılırdı. Önderlik de böyle yönlendirirdi.

1968’lerdeki, 1975’lerdeki kitlesel eylemlerdeki nicelik ile bugünü karşılaştırdığımızda bugün çok gerilere düştüğümüz açıktır. 1969 büyük öğretmen boykotuna katılım sayısına bir daha ulaşılamamıştır. Görülen odur ki hayal bile edilemez duruma gelinmiştir. Fakir Baykurt, Ali Bozkurt’un yönetim anlayışları olumlu örneklerimizdir. Tüm örgütlerin özellikle de öğretmen örgütlerinin bu iki başkan dönemini iyi incelemeleri gerekir. Timur, savaşacağı ülkeyi önce yalnızlaştırarak işe başlardı. Ülkesi ve halkı için savaşırdı. O nedenle büyük komutan sayılır. Emperyalistler ve egemenler ise bu taktiği halka ve halk örgütlerine onları güçsüzleştirmek amacı için kullanırlar ve o nedenle alçaktırlar. 

Ateşi, ateş içinde saklayalım. Aykırı gelen düşünceler, eleştiriler ve yanlış anlaşılmalar bazen bizi üzebilir. Bunları dostça soru ve cevaplarla iletişirsek aşabiliriz. Konuşabilmek çok önemli bir insan özelliğidir. Bunu başaran aileler güçlüdür. Örgütler de öyle. Öğrenelim, fikirlerimizi paylaşalım. Önce anlamaya çalışalım. Yargılamayı herkes yapıyor. Anlaşıldığını hissetmeyen hiç kimse yanındakinin yarasına merhem olamaz.  Anlaşıldığını düşünmeyen hiç kimse kendisini anlamaya çalışmayanın iyi gününe de kötü gününe de sevinç ve üzüntülerine de ortak olmaz. Bilelim ki on binlerleyken tek başımıza yalnız değiliz. 12 Eylül’de bütün yurtsever, demokrat ve devrimci örgütler ağır yenilgi aldılar. Bu yenilgiden öğretmen örgütleri de payını aldı. Yenilen örgütlerin önderlikleri özellikle 12 Eylül’ü iyi değerlendiremediler. Yenildik deyip işin içinden çıktılar. Örgütler kendi içlerinde dayanışma mekanizmaları kuramamışlardı. Hayatın her alanında yargılama vardı. Örgütler de bunu dışında değildi.  Binlerce insan ve aileleri sahipsiz kaldı. Deyim yerindeyse perişan durumdaydılar. Herkes küçük dükkânının çıkarı ve önderliklerin ağız dolusu konuşabilmeleri için seferberdi. Diktatörlük koşulları biraz yumuşamaya başlayınca bir şekilde içeriden çıkan yenilmiş örgüt elemanlarında ne de örgütlerin önderlerinde heyecan kalmamıştı.

Bu heyecanın tohumları güven duygusu ve dayanışma ruhudur.

Sorunlar çığ gibi büyürken her köy, kent, fabrikalar, yakası beyaz, yakası mavi alandaki halk kitleleri toparlanmaya, kitlelerle buluşmaya çalıştıkça büyüyen halk hareketleri yenilmiş, bezmiş hatta korkmuş “yönetenler” basamağında kendilerini bulan elamanlarca yönetilemez oldu. Her boya boyanmış da sıra fıstıkiye gelmiş gibi dünyadan, hayattan, toplumdan, halktan, bilimden, ahlaktan kopuk şekilde Mustafa Kemal’i değersizleştirme “teorilerini” yarıştırma cahilliği başladı. Gericiler ve aydınlanma karşıtları yani yıllarca bu işin teorisini yapanlara gıdım gıdım zehir zerk edenlere  “Keşke Yunan kazansaydı” diyenlere büyük fırsatlar sunuldu. Halk gerici ideolojinin kucağına itilmiş oldu. Gerici ideoloji fakirliği kutsadıkça kutsadı. Bir lokma bir hırka anlayışını tüm araçları kullanarak beyinlere kazıdı. Toplumun cahilleştirilmesi amacının kilometre taşları döşendi. Bu arada halktan itirazlarda geliyordu ama o yönlü dinamik hareketlerde “provakasyon olur” yaftası ile gün gün bizatihi bu yönetemeyen ağalarca pasifize edildi. Yurt dışı kaçkınlarına söz bile söylemiyorum. Gele gele geldik değirmene. Şimdi değirmen buğday değil duman öğütüyor, duman! Ülkenin sahibi bir ağa, siyasi partilerin her birinin başında kimi kallavi kimi züğürt hepsi birden ağa… Bari aileler temiz kalmalı derken… Demez olaydık. Kalamadı. Cesur birkaç gazeteci sayesinde duyduğumuz Narin… Duyulmayan binlerce “Aylin...” Narin’in okuluna giden, öğretmenleri ile dayanışma içinde olduklarını oralarda açıklayan hiç öğretmen örgütü duydunuz mu? Ben duymadım. Gidildi de ben duymadıysam biraz kabahat bendede var derim. Derim de bana duyuramamışlarsa 51 tevkifatında tutuklanan bir  “komünistin” karım bile bilmiyordu. Beni nasıl buldular, demesi gibi değerlendiririm. Küçük mütevazi  “sen”,” ben”, “bizim oğlan”, ”bizim kız” örgütleri… Bari…  Bari onlar temiz kalmalı. Bizim ailede her biraz büyümüş erkek kişiye ağa diye hitap edilir. Hiçbir amcama amca diyemedim. Hep adlarıyla ve sonuna ağa sözcüğünü ekleyerek hitap etmek bir gelenekti. Şimdi iki üç bin kişilik mütevazi örgütlerin üyesiyim. O sebeple yönetmeye çalışanlarıma sesleniyorum. Ey Ağalarım, bari bu örgütleri temiz tutalım! Yenilmişliklerimizin öcünü sizlere inanmaya çalışanlardan almayalım.

 Birlikte omuz omuza durursak, birbirimizi anlamaya çalışırsak birbirimize güç katarız. Hiçbir halka tek başına zincir değildir. Amacımız zincir oluşturmaksa halkaları birleştirmek tek çaredir.

Yazdıklarım kişiselleştirilmesin ama sesim de hayatın ibriğinden damlayanlardır. Değilse dünya dönüyor.  hyetgin 04.11.2024

                                                      

6 Kasım 2024 Çarşamba

ÇUVALDAKİ FARELER TEORİSİ

 

 "Çuvaldaki Fare Teorisi”

      Hikâyenin Mısır’da geçtiği anlatılır. Bir tarım mühendisi  trene biner yanına da elinde çuval köylü olduğu her halinden belli bir adam oturur.   Tarım mühendisi; köylünün elindeki çuvalı ayakları arasına aldığını ve arada bir de çuvalı ağzı ile  tabanından tutarak  sallayıp ters çevirdiğini sonra tekrar ayakları arasına koyduğunu  ilgi ile izlemiş. Köylü bu hareketini her dokuz on dakikada bir tekrar edip duruyormuş.  Bu durum yolculukları boyunca devam ederken artık iyice meraklanan mühendis, köylüye:

    - Ne var çuvalda, neden ikide bir sallayıp ters çevirip sonra ayaklarının arasına alıyorsun? Köylü,

    - Bey ben fareleri ve sıçanları yakalar sonrada bunları bir araştırma ofisine satıyorum; Onlar da fareleri laboratuvar deneylerinde kullanılıyorlar.

    - Tamam da neden sallayıp ters çevirip tekrar ayaklarının altına alıyorsun?

    - Bey eğer çuvalı dokuz on dakikada bir sallamaz ve  ters çevirmezsem fareler rahatlarlar ve ortama uyum sağlarlar sonrasında da çuvalı kemirip  çuval esaretinden kaçarak kurtulurlar. Kaçıp kurtulmayı düşünmelerini engellemek için fareleri sürekli  korkutup gerginliklerini artırmak gerekir. O zaman  bu sallanmanın ve ters çevirmenin nedeni olarak birbirlerini suçlarlar ve sürekli çatışırlar, içgüdüsel olarak da çuvalda olduklarını unuturlar. Ben de onları kaçırmadan araştırma ofisine  rahatlıkla götürebilir ve paramı alırım. 

    Mühendis bey, köylünün bu keşfi ve düşünce şekline bir hayli şaşırdı ve uzun süre kalakaldı. Sonra dehşetle emperyalist ülkelerin de  geri bıraktıkları ülkelerin halklarına benzer bir uygulamayı yaptıklarını düşündü... Bu uygulamaya da " çuvaldaki fareler" teorisi denildi. 

     Şimdi Türkiye açısından düşünüyorum da Kurtuluş Savaşımızdan sonra uzun süre  hızlı kalkınmamızın ve portakal, limon paraları ile  uçak, lokomotif, dokuma, şeker, çelik, çimento, silah, kağıt ve ayakkabı fabrikaları kurabilmemizin nedeni "Tam Bağımsız Türkiye" olabilmemizmiş meğer. Yani ülkemizi sallamalarına ve  halkımızı strese sokmalarına izin verilmeyince neler başarılıyormuş bunu iyice anladım. Bir anladığım da şu:  Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra bize ve bizim gibi ülkelere uygulanan  bu çuvaldaki fareler teorisi ile hazırlanan siyasi tuzakları hem  anlayarak hem de halkımıza anlatarak  yol yürümemiz gerekiyor. Ne zaman ülkemiz azıcık kendisini toparlasa, halkımız huzur hissetmeye başlasa hemen içeriden ve dışarıdan hassasiyetlerimiz de kaşınarak  sallama, korkutma, karışıklık kargaşa faaliyetleri yoğunluk kazanıyor. İşbirlikçi rengarenk ihanet de bunların zeminini hazırlıyor. İşte laik-anti laik, alevi-sünni, türk- kürt-arap kavgaları kızıştırılıyor. Vekalet alanlar terör dahil her yolu mubah görerek sağlıklı düşünmemizin ve birlik sağlayabilmemizin,  halkımızın refah düzeyinin yükselmesinin ve üretmesinin önüne geçiyorlar. Zincirlerimizi kırmayı düşünebilmemizi unutturuyorlar. Halkımızı çuvaldan çıkmayı düşünemez duruma getiriyorlar. Kayyumlar devreye giriyor, terör azıyor !.. Sonra …"makber ve her yer karanlık". Celladımıza olan aşkımızı tazeleyip duruyoruz. Eeey halkım bu olanlar sana da çok tanıdık ve yaşanmış gelmiyor mu? 

    Emperyalistlerin ve onların maşalarının çirkin ve ahlaksız amaçlarına ulaşmak için salladıkları, aşımıza geçirdikleri çuvallardan kurtulmamız gerekiyor. Yurtta ve dünyada barışı sağlamamız gerekiyor. Bunun yolu çoklu düşünebilmek, kardeşliğimize karşı yapılan her eyleme tepki vermek, aymak, uyanmak, uyarmak ve uyandırmaktan hiç vazgeçmeden gece gündüz çalışmak diyorum... 06.11.2024 hyetgin


3 Kasım 2024 Pazar

1 Kasım 2024 Cuma

Hıfzı Yetgin 29 Ekim 2024 mp4 YAŞASIN CUMHURİYET

9 Eylül 2024 Pazartesi

KİTAP OKU


Kitap okumalısın...



31 Ağustos 2024 Cumartesi

BAROMETREYİ KULLANARAK BİR BİNANIN YÜKSEKLİĞİNİ NASIL ÖLÇERSİNİZ?

BAROMETREYİ KULLANARAK BİR BİNANIN YÜKSEKLİĞİNİ NASIL ÖLÇERSİNİZ?                                             

                                                    Niels Bohr,  Fizikte Nobel ödülü aldı

               Bir öğretmen dergisinde bu başlıkla bir yazı yayınlanır:

     Yüksek lisans öğrencilerine ders veren bir fizik hocası ile bir öğrencisi arasında sınav sorusuna verilen cevap konusunda anlaşmazlık yaşanır. Fizik hocası sınavda öğrencilerine “ Kentin en yüksek binasının yüksekliğini barometre kullanarak nasıl ölçersiniz?”  sorusunu sorar. Öğrencilerin birisi hariç tümü “ çatıda ve yerdeki hava basıncını ölçerek aradaki farktan binanın yüksekliğini ölçebileceklerini yazarlar.”  Ama içlerinden bir öğrenci de; “Barometreye bir ip bağlar, binanın çatısındaki en yüksek noktasından aşağı sarkıtır ve barometrenin yere değdiği noktada ipe işaret koyar. Sonra ipi toplar ve uzunluğunu ölçerim. Sonuçta binanın yüksekliğini ölçmüş olurum “ şeklinde yazarak cevap verir. Fizik hocasına cevap mantıklı gelmekle birlikte kendisinden daha deneyimli durumda olan başka bir öğretmenin hakemliğine başvurur.

        Deneyimli öğretmen aykırı cevabı veren öğrenciyi karşısına alır ve öğrenciye,

      -Bak sana yine aynı soruyu soracağım. Ama bu kez fizik eğitimi aldığını hissettirecek cevap yaz diye söyler. Ve soruyu “ bir barometrenin yardımı ile bir binanın yüksekliğini nasıl bulursunuz?” diyerek tekrarlar. Öğrenci de bu soruya cevaben “Barometreye bir ip bağlar, binanın çatısından aşağı sarkıtır ve barometrenin yere değdiği noktada ipi ölçerim” yanıtını önce yazmıştım. O yanıtım doğru ama bu kez başka yanıt yazmam gerekecek dedikten sonra düşünmeye başlar. Deneyimli öğretmen,

     -“ oğlum yazsana yazacak şeyin yok mu ? der. Öğrenci,

    - “Hocam yazacak yanıtlarım çok ama hangisini yazacağıma karar veremedim” der. Öğretmen,

    - “Birisini yaz öyleyse    der.

        Öğrenci:“ Masanın yüksekliğini ölçerim. Masanın üzerinden barometreyi yere bırakırken kronometreye de basarım. Yere kaç saniyede düştüğünü belirlerim. Sonra da binanın en yüksek noktasına çıkar oradan barometreyi yere bırakır aynı anda kronometreye basarım. Sonra … saniyede 90 cm. İndiğine göre … saniyede kaç metre iner orantısını kurar ve = binanın yüksekliğini hesaplarım. Diye yazar. Yanıt yine doğrudur. Deneyimli öğretmen,

      -Yazacak çok yanıtın olduğunu söylemiştin. Başka hangi yanıtların var? Deyince öğrenci,

      - “Güneşli bir günde gölgem tam boyum uzunluğuna ulaştığında binanın yanına gider. Barometreyi yere dik koyar gölgesini ölçerim. Sonrada binanın gölgesini ölçerim “.Çünkü Miletli (Söke) Tales de piramitlerin yüksekliğini bu yöntemle hesaplamıştı “ yazar. Ayrıca, “Yangın Merdivenlerinden tepeye çıkarken her basamağın kaç barometre yüksekliğinde olduğunu işaretleyerek belirler çıkan sayıyı yazarım. En sonunda elde ettiğim sayı ile barometre yüksekliğini çarpar ve binanın yüksekliğini bir de bu şekilde hesaplarım. Der. Öğretmen yanıtlardan ikna olmuştur. Son bir kez,

     - Başkaca bir yöntem de kalmadı herhalde? Deyince. Öğrenci,

     - Var efendim, hiçbir şey yapamazsam kapıcıya giderim. Binanın yüksekliğini ölç gel sana bu barometreyi vereceğim” derim bir de böyle ölçerim der. Öğretmen,

     -Basınç farkı ile ölçeceğini de bildiğin, hocanız da o şekilde öğrettiği halde neden farklı cevaplara yöneldin? Deyince öğrenci,

     - “Çünkü ezberden ve dar kafalılıktan bıktım.” Yanıtını verir.

      Bu öğrencinin Nobel fizik ödülü sahibi Niels David Bohr olduğu söylenmektedir. Bohr’un şu sözü de unutulmaz sözler arasındadır. “Yaşamda soruların pek çoğunun birden çok cevabı vardır.

21 Haziran 2024 Cuma

BUGÜN 21 HAZİRAN KUZEY YARI KÜREDE YILIN EN UZUN GÜNDÜZÜNÜ YAŞIYORUZ

 

BUGÜN 21 HAZİRAN KUZEY YARI KÜREDE YILIN EN UZUN GÜNDÜZÜNÜ YAŞIYORUZ

     İlköğretim okullarımızın 1.2.3 sınıflarında öğrencilerimize zaman ve yıl kavramı kazandırma amacıyla kullanmakta olduğumuz araçların en önemlilerinden birisi, “ Mevsim Şeritleridir”. Okullarımızın büyük çoğunluğunda mevsim şeridi kullanılmadığı, kullananların çoğunda da eylül ayında başlayıp ağustos ayında biten düz mevsim şeritlerinin kullanıldığı görülmektedir. 

1-          “ Mevsim Şeritleri” ile çalışırken öğrencilerimize birinci ayın ocak ayı olduğunu söylediğimizde işitme organı kulak, ocak ayını birinci ay olarak algılamakta iken, görme  organı olan göz eylül ayını birinci ay olarak algılamaktadır. 6-9 yaş grubundaki öğrencilerin bu farklılığı sezebilmeleri ve doğru algılayabilmelerinde doğal olarak güçlükler yaşanmaktadır. Duyu organlarının dışarıdan gelen uyarıcıları birbirlerini destekler biçimde ve aynı şekilde algılayıp, aynı nitelikte duyum olarak beyine iletmelerinin sağlanması gerekmektedir. Konuya bu yüzü ile baktığımızda hâlihazırda kullanmakta olduğumuz düz “Mevsim Şeritleri” öğretmen ve eğitimcilerimizce de bilindiği üzere “ ayanilik” yeni adıyla “ açıklık” ilkesine uygun düşmemektedir. Oysaki diyagram şeklinde yapılacak olan “ Mevsim Şeritleri” nde ise birinci ay olarak ocak ayı söylendiğinde duyu organlarınca ( hem göz hem kulak) aynı şekilde ocak ayı birinci ay olarak algılanacak öğrenme daha sağlıklı gerçekleşecektir.

2-            Düz mevsim şeritleri ile mevsimlerin birbirini izlemesi ve mevsimlerdeki münavebeyi (sıralı değişim, dönüşüm) de 6-9 yaş grubundaki öğrencilerimize sağlıklı kavratmada güçlüklerin olduğu konuya duyarlı öğretmenlerimizin pek çoğunun yakındığı bir konudur. Mevsimlerdeki münavebenin (sıralı değişimin) kavratılmasındaki güçlüğü önlemek açısından da, diyagram şeklindeki şeritler daha çocuk dostu bir araç olarak görülmektedir.

3-            Düz mevsim şeritlerinde “gün dönümleri” olarak adlandırılan (21 Mart-21 Haziran-23 Eylül -21 Aralık ) tarihlerinin ve mevsim geçişlerinin gün dönümlerinin belirtilmesi de çok sağlıklı yapılamamaktadır. Bu sakıncaları önlemek ve 1.2.3 Sınıf öğrencilerinin özelliklerine uygun ders aracı kullanmaları hususlarında, tüm yönetici ve öğretmenlerimize gerekli rehberlik yapılmalı, ilköğretim okullarımızda mevsim şeritlerinin daire çapı en az 90 cm. olacak şekilde yapılması sağlanmalı önemli gün, olay ve haftaların öğrencilerle birlikte, öğrencilerde “ hatıra bilgi” bırakıcı nitelikte işlenmesi yoluna gidilmelidir.  

4-                    Son söz ; Ders aracı olarak mevsim şeridi önemli bir ders aracıdır. Gün, hafta, ay, mevsim ve yıl kavramı bu araç kullanılarak öğretilmelidir. Bilginin yapılanıp içselleşebilmesi için öğretmenimizin bu aracın yanına giderek şerit üzerinde ilk zamanlar her gün giderek önemli gün ve haftalarda ; “ Çocuklar bugün 2024 yılının yaz mevsiminin,  eylül ayının, ikinci haftasında şerit üzerine yelkovanı 6 mart gününün üzerine getirdikten sonra “6 Mart Atatürk’ün Antalya’ya geliş günüdür”  9 eylül tarihimiz açısından önemli bir gündür. Çünkü İzmir 9 Eylül günü düşman işgalinden kurtarılmıştır.”vb. şeklinde bütünden parçaya inecek şekilde bir söylemle güne dikkat çekilmeli ve önceden hazırladığımız “ İzmir 9 eylül 1922 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır” cümlesi 9 eylül gününün karşısına sonradan çıkarılabilecek şekilde yapıştırılmalıdır.  Bu çalışma her gün ve aynı şekilde sürdürüldüğünde sağlıklı bir zaman kavramı kazandırma çalışmamız başarıyla gerçekleşecektir.                                                                                                                                                       


                      
                  
                


5 Haziran 2024 Çarşamba

SORUNSUZ ERGENLİK DE SORUNDUR

 

 “Sorunsuz” Ergenlik de Sorundur.

    Çok yaygın olarak kızlarda 11-12, erkeklerde 12-13 yaşında başlayan, 14-15-16 yaşlarında zirve yapıp 18-19’lu yaşlar dahil süren bu dönemlerinde ergen kız/erkek bireylerin ailesiyle çatışmalarında normal olanla normal dışı olan nedir ? Anlaşılır cümlelerle anlatmaya çalışalım .
        ZOR BİR SÜREÇ
    Gelişimsel açıdan insan yaşamının bu zor ve sancılı döneminde yıpratıcı, rencide edici olumsuz anılar biriktirilmesine neden olabilecek davranış ve sözlerden olabildiğince uzak kalınmalıdır. Karşılıklı anlamaya çalışmak diyebilmeyi isterdim ama ebeveynler tarafından neredeyse tek taraflı ve karşılık beklemeden ama beklentisi olmadığını da hissettirmeden ergenleri yargılamadan anlamaya çalışmak galiba sürecin en az hasarla atlatılmasına zemin hazırlayacaktır. Bu unutulmamalıdır. Bir ekleme daha yapacak olursam. 1969 yılından bu yana kişisel gözlemimdir. " Daha çocuğu ile savaşıp kazanan aileye rast gelmedim".

“Ergenlik öncesinde insan yavrusu özellikle 6-11 yaş ergenlik arasında bir konuda iyi olmak, o konuda derinleşmek bireysel gelişimlerine ivme kazandırmak en geniş anlamıyla sosyalleşmek amacı taşır. Bu durum ergenlik kapısını çalana kadar onun normalidir. Ama ergenlik kapısını çalınca o güne kadar zevk aldığı, odağına koyduğu öncelikleri beğenileri ve keyif aldığı konular değişivermeye başlar.  O güne gelene değin aileleriyle gurur duyan, ailesine hayranlık besleyen çocuk birdenbire ailelerini küçümsemeye, aşağılamalara varacak derecede bile olabilir, onları hor görmeye biraz da onlardan utanmaya başlarlar. Ailelere düşen tek sorumluluk o dönemlerinde onlara hak vermeden olanları sindirmeye çalışmak en “akıllı” ve doğru hareket tarzıdır.

Ergen-ebeveyn çatışması...Sadece komşunun değil ergene sahip her ailenin sorunudur. Aileler çoğu zaman bu noktada hep hafızalarını tazelerler. Annem bana neler yapmıştı, babam bana nasıl davranıyordu? Bunlarla işe başlarsanız. Sonuç hep hüsran olacaktır. Temel soru şu.” Ben bir ergenin annesi/ babasıyım. Benim beklentilerim ve ihtiyaçlarım mı, ergenimin beklentileri ve ihtiyaçları mı?” Koşulsuz teslimiyete de çatışmanın şiddetini artırmaya da hayır.

 Cevap : Kantarın ayarını bozmadan kontrollü bir çatışma.”

Çocuğunuz küçükken yaptığınız yatırımlar değerlere ne ölçüde dokunabildiyse ergenlikte de o oranda hem siz hem çocuğunuz daha az sorun yaşayacaksınız. Ergenlikte kontrollü ve dozajında çatışma aslında yaşanması da gerekir. Çünkü gençliğe adım atan çocuğun kendisini savunma becerisi ve özgüvenini kazanması da gerçekleşmiş olur. Bazı konularda fikir sahibi olması ve o fikirleri de sahiplenip savunabilmesi değerlidir. O nedenle ergenlikte kontrollü çatışmalar ve tartışmalar aslında olması istenen davranışlar olarak kabul edilmelidir.

ÖFKE KONTROLÜ SAĞLANMALIDIR?

     Dünyada öfkeden daha tatlı şeyler az bulunur. Ama kontrolden çıktığı anda da artık öfkenin sahibi insansı bir varlığa dönüşür. O durumlarda ilk yapılabilecek şeylerden birisi ortamda olanların her birisini ortamdan ve birbirlerinden uzaklaştırmak olmalıdır.  Derin nefes alınması normalleşmeye katkı sağlayabilir.  Yeni ortamda olanların da önceki ortamla ilgili söz söylememeleri, değerlendirme yapmamaları ve anımsatıcı tavır ve hareketlerde bulunmamaları işe yarar.

        Her insana hayatının herhangi bir anında öfkelendiğinde yapması gerekenler konusunda bir eğitim verilmesi ve bu eğitimde edinilen bilgilerinde sık sık tekrarlatılması yine işe yarar. Bu eğitimde unutulmayacak en önemli ik

1-   Asla fiziksel bir eylem içinde olmayın.

2-   Sesiniz yükselebilir ama sözlerinizde kalıcı yıkıcılık asla olmamalıdır.

     Orantısız güç kavramı diye bir cümle var artık dünyanın bellek repertuarında. İşte bu cümleden olarak tartışılan konu ile uygulanacak yaptırım dengeli olmalıdır. Tartıştığınız şey su bardağı ise yaptırımınız bardağı kırmak olmamalıdır. Çok çok cam bardağı alırsınız ama yerine hiç olmazsa kağıt bardağıda verilmelisiniz. Anlatmaya çalıştığım şudur. Yaptırım, yaptırım olarak kalmalı cezaya dönüşmemelidir. Hak mahrumiyeti düzeyini aşmamalıdır. Amaç hatalı davranışın tekrarlanmasının önünü almaktır. Ergene ceza vermek amaç olmamalıdır. Ama ergene kayıtsız koşulsuz teslimiyet de ileride önü alınamayacak savrulmalar yaşamasına neden olabilir. 

Nimet külfet dengesi içerisinde çözümler aramak doğru olandır.  Hemen kafadan olmaz demeden konuyu dinledikten sonra üzgünüm şu nedenle yapamam şeklinde cümleler de kurmalıyız. 

Dikkat çekmek istediğim bir başka husus da ergen'in mahremiyeti korunmalıdir. Çok ince bir çizgi de şudur. Senin önerilerine itirazımı söyledim. Sen beyaz derken ben de siyah diye diretmeyeceğim. Seninle bir gri alan belirleyelim ve orada buluşalım. Senin ödünlerin olsun. Ben de sana yapabileceklerimi belirteyim. Müzakere sürecimiz sürsün. Şeklinde olmalıdır. Tekrar etmek gerekirse teslim de olunmamalı ama katı tutumlar takınılarak ergenin güveni de sarsılmamalıdır.     04.06.2023 hyetgin        

                                                                                

 


13 Mayıs 2024 Pazartesi

BENİM ANNEM DÜNYANIN EN MÜCADELECİ KADINIYDI

  •  

  • DÜNYANIN EN MÜCADELECİ KADINI, ANNEM! ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN…
  • ADAM OLABİLMİŞ ADAMLAR BU ÖZELLİKLERİNİ ANALARINA BORÇLUDURLAR...
  • ANNEM ,YARIN YİNE ANNELER GÜNÜ HER GÜNKÜ GİBİ HADİ BİL BAKALIM KİMİM BEN DİYE SORASIM GELDİ...
  • 2013 yılında babam ağır zatürre, annem alzaymır hastalığına yakalandı. 2013 yılından buyana da helali hoş olsun ikisi de yanımdaydılar. Sayın eşim adeta bir bebek ihtimamı ile her ikisini de yakından takip etti. Yardımcısı da vardı. Ama her dakika gözleri hepsinin üzerindeydi. Gönül huzuru ile işime gidip geldim. 2. Nisan 2019 günü annem vefat etti. Her akşam geldiğimde ilk işim elimi yüzümü yıkar hep yattığı yatağına gider ellerini tutar " Kim geldi söyle bakalım?" dediğimde derin derin bakar. Ay ay Sarıbeysin sen!" der , sonra beni tanımış olmanın ona verdiği büyük bir huzurla gülerde gülerdi. Ben de hadi ana işlettim seni der gözyaşlarımı gizlemek için yanından ayrılırdım. Yıllarca sürdü. Yaşadık.
  • Benim annem dünyanın en mücadeleci ve kararlı kadınıydı. Ortaokul 1. sınıfta şubat tatiline girdik. Karne elimde. Gülerek köye geldim. O yıl derin kar senesi ya da bana öyle geliyor. Eve geldim annem ahırda hayvanları besliyor. Anne karne aldık dedim "aferin oğlum" "aferin sarıbey" dedi. 7 zayıfım var ama dedim. Kaşları çatıldı. Yüzü gerildi. Dişlerini sıktı. Birkaç saniye boşluğa baktı. Öyle mi? dedi. Ses vermesi beni rahatlattı." Hee ana ..." gibi bir şeyler söyledim. Elinin altında Kastamonulular bilir 70x80cm çaplı yükseklik 1 m. saman sepeti var. Öyle bir ittirdi ki sepet ayağımın burnunda durdu. Hayvanların yemini samanını ver. Sonra gel diyeceklerim var dedi. Çıktı gitti. Yalan yanlış hayvanların samanlarını verdim üzerine de katık derdik yemlerini döktüm. Yaklaşık 20-25 arasında büyükbaş hayvan var. Ahırdan çıktım eve geldim. Ana bitti, dedim. Gel bakalım, dedi. Annemi bu kadar sakin görmenin rahatlığı ile düştüm peşine. Ahıra girdik. Hayvanların yemi, samanı tamam ama altlarındaki gübrenin "hendek" denilen çukura kürenmesi oradan da "temek denilen" boşluktan ahırın arkasındaki gübreliğe (...) kürekle atılması gerekiyor. Eline küreği aldı. " Bak sarıbey hayvanların altını kürüyeceksin... ama sabaha kadar yine kirletirler. sabah ezanında kalkacaksın onları da kürüdükten sonra temekten dışarı atacaksın. Bu iş artık senin dedi. Nasıl ya ben okula nasıl gideceğim, üzerim başım batacak? Sonra 5 km. lik yol yürüyüp okula varacağım bunları hangi ara yapacağım dedim. Üslubum "çok sert... Annem çok sakin bir şekilde " Benim güzel evladım, bu işleri bitir gel dedi. Sesindeki sakinlikten korktum. Hülasa işi bitirip geldim. Yer sofrası hazır... Hamur tarhana, kül çöreği ve kiren (kızılcık) ekşisi var... Yumuldum... Gözümün karası kayboldu... Sofradan kalktım. Ana güzel olmuş sağ ol gibi bir şeyler söyledim. Nenem (babaanne), dedem (babamın babası) bize gelmişler. Onlar köyün ilk evi... "Bozoklu Numan yapmış." o evde otururlardı. Biz de ardıç doruk denilen bir tepede önce dedemler, amcamlarla birlikte yapmaya başladığımız ancak ben 4. sınıfta iken yanan evimizin yerine babamın yaptırdığı evde kalıyoruz. Nenem " kız kara Behiş oğlana zayıfı var falan diye kızma bak külahları değişiriz." dedi. Anam..." yok anam niye kızayım ki... Yükümü hafifletecek çift çubuk canım çıkıyor" dedi. Nenem kız ben sana boşuna "baş gelin" dememişim aferim sana dedi.
  • Ben 7 zayıfın üzerine bu kadar hoşgörünün sarhoşluğunu yaşarken annemin " sen gel bakayım... Benim güzel oğlum... Sarıbeyim" sesi beni ayıkktırdı... ne var şimdi yine ana ya... gibi bir söz diyecek oldum.... girdi koluma avluya indirdi. Boncuk renkli ama odun ateşinde kaynaya kaynaya mavi siyah bir renk almış çaydanlığa demlenip çaydanlığın ucuna gazete kağıdı ile tıkaç yapılıp üzerine de hamur teknesinin mayalanma aşamasında örtülen örtü ile üzerinin kaplandığı çaydanlıktan gelen mis gibi çay kokusunu içime çeke çeke avluya indik. 5m. eninde 3 m. yüksekliğinde kırılmak için istif edilmiş odun kütüklerini o gece fark ettim. Halbuki yıllarca vardı. Annem " sarıbey bunların parçalanması bitince gel" ... " oğlum çok yoruldum uyursam falan beni uyandır sana ıhlamur kaynatacağım dedi. Bir süre sonra girdim içeri... annem uyanık bitti mi dedi.. " ya nasıl biter o kadar odun dediğimi bir de ocakbaşında duran 80 cm. uzunluğundaki" maşanın popoma indiğini ve benimde kütüklerin arasında yerimi aldığımı hatırlıyorum. Sabah güneş doğarken o odunların bittiğini ve eve geldiğimde annemin ıhlamurun sadece çiçeklerini ayırıp çaydanlığın yanında beklediğini gördüm. Bitti mi Sarı Bey dedi. Heee ana dedim...Tamam uyuma sana ıhlamur kaynatacağım, dedi. O gün duyduğum son söz oydu. Yarım saat falan uyudum uyumadım. Annem ocağın başında tarhana çorbası yapıyor. "sarıbey hadi oğlum" ahıra derken uyandım. Nazlanma hakkım yok. Hemen kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Ana ahırı bitireyim çorbayı sonra içerim dedim. Oğlum bugünlük öyle olsun. Ama yarın ben senin çorbanı pişiririrm ama koruculuk yapamam.. dedi. Yani benim kendi gerçeğime dönmem için 24 saat yetti. BUNUN MİMARI KARA BEHİŞTİ. DAHA SONRAKİ ÖĞRENCİLİK YILLARIMDA BÜTÜNLEME İLE TANIŞMADIM. Okuması yazması yoktu. Babası her yıl öğretmenine 2 horoz bir "fakrıttın" götürürmüş o da okula gitmezmiş. Anam benim hakkını helal et. Keşke yaşasaydın da her akşam beni tanırmış gibi yapsaydın. TOPRAĞIN BOL BİLİYORUM. SENİ ALLAHIM DAHA İYİ BİLİR... SEN TOPRAKSIZ OLAMAZSIN. YERİN ZATEN CENNET... Kızlarını okutmak için verdiğin mücadele ciltlere sığmaz... Anam mezarını aynen dediğin gibi yaptırdım. Babamın mezarını da senin dediğin gibi yaptırdım. Ben yaşadıkça her 2 Nisan’da ve her 21 Eylül’de yasini şeriflerinizi mezarlarınızın başında okuyacağım. Ruhun şad olsun... Babamı biliyorsun .21.09.2020 günü yanına geldi. Sen gidince Sarıbeye (bana) emanetti. Şimdi sana emanet. Allahım rahmetini esirgeme. Cennetinde olsunlar. Topraksız da ışıksız da bırakma…amiin…
  • TÜM ANNELERİN ANNELER GÜNLERİNİ DE KUTLARIM. 12.05.2023 hyetgin


24 Nisan 2024 Çarşamba

23 Nisan 2024 Hıfzı Yetgin sohbeti

29 Mart 2024 Cuma

ANADOLU MÜSLÜMANLIĞI İÇTENDİ. KORUYAMADIK

 

ANADOLU MÜSLÜMANI İÇTENDİ…KORUYAMADIK.      17.03.2024 Hıfzı Yetgin

Anadolu Müslümanlığının en temel özelliği, bu coğrafyanın insanı bilgisi olmadan peşinen inanır.  İnandığında da inanır vesselam. Öğrenmeye işin detayını bilerek inanayım demeye de pek çabası olmaz.   Akıllıdır. Ama aklı kullanma, araştırma yerine kendisine anlatılmasından hoşlanır. Yani “nakil yoluyla” bilgi sahibi olmayı tercih eder. Ama eğer inanmışsa bir kere o inanç içtendir.  İçtenlikte boyutları büyüktür.  Sınır tanımaz. İşte size bunun kanıtı diyebileceğimiz bir hikâye...

Henüz tarlada harmanda bahçede bostanda motor seslerinin olmadığı, her şeyin el emeği ile kazanıldığı kapalı köy ekonomisinin hüküm sürdüğü yıllarda... Bir rençperlikle uğraşan işinde gücünde bir yıl beş mevsim, günde 25 saat çalışan emmim bir dayım varmış.   Bizden biri yani… bu emmim bu dayım çalışmış, çalışmış, ekmiş, ekmiş, biçmiş, biçmiş sonra da toplamış tüm şapı samani harman yerine getirmiş. Öküzüylen, kömüşüylen, atıyla eşeğiyle günlerce haftalarca düven sürmüş, tınarları yığmış, rüzgar nöbetleri tutmuş, elinde yaba altı yöne döne döne tınar savurmuş… elemiş, ayıklamış o yana bu yana döndürmüş. Samanı deneyi ayırıp çeç yapmış. Kesmügünü de ayrı halletmiş. İşin önemli kısmını bitirmiş bir sevinç. İçinde  '"çok şükür, çoluğun çocuğun malın melalin yiyeceğini hazır ettik. Bu yıl da ekmeğimiz çıktı. Diye bir nefes almaya hazırlanırken… birden gök tıkırdamaya, harlayıp gürlemeye başlamış. Bizim ki, az bi işi kaldı. Artık buğdayı çuvala koyup- ambara taşıyınca, işin sonuna gelinecek… Çuvallar hazır, dört tekerleği de samanlığın böğründe çoluk çocuk da yanında bir yükte eşeğe sararsa iş tamam. Gökyüzüne dönmüş yalvarırcasına bakmış, ellerini açmış, yağmur yağacak gibi. Ama bilirki rızık var görüp durur koca yaradan. İçtenlikle seslenmiş. "Ya rabbim görürsün ki işin sonuna geldik. Az müsaade ver. Az sabret, az kaldı şu denenin çoğunu ambara birazını da herkile koyayım. Sonra istediğin kadar yağdır. Ağzını açanın ağzını yırt. Bak her şey ortada az bir müsaade, demiş. Demiş emme daha sözü bitmeden bir gürültü, bir patırtı, bir takırtı, bir şakırtı kopmuş kiiii… düşman başına . Bir şiddetli tufan dolu yağmur bir arada. Sular, seller, ortalığı kaplamış. Harman yerinde ne kadar dene, kaç hak, kaç yarım, kaç teneke ne var ne yok almış götürmüş. Yetmemiş bir de samanlığın saçağının damlalıklarının altına sığınmış garibim eşekçiğizi de sürüyüp götürmüş.   Kim ne etsin? Kime kimi anlatsın? Çaresiz bakmış bakmış gözlerinde yaş. Üzülmüş ki görülmez cinsten. Donmuş kalmış, dönmüş bakmış;  Sonrasında “Ya Rab, bunu bana etmeyeceğeydin. Dedim sana az müsaade diye ”diyebilmiş..

             Derken zaman geçmiş mübarek Ramazan ayı gelmiş çatmış. Bizimki çoluk çocuk uşak devşek  sahura kalkmışlar. Yemeklerini yemişler niyetlerini edip oruca başlamışlar. Ailenin öteki bireyleri bilinmez de gündüz olmuş öğlen vakti geçmiş, ikindiyi de aşmış iftara az bir zaman kala bizimki şu güllegini kaldırmış emziği ni da ağzına dayayıp lıkır -lakır suyu içmiş.  Orucu bozmuş yani. Sonra gökyüzüne yönelip başlamış inandığı ile konuşmaya.., "Ne o, kızdın değil mi?  Kızdın kızdın . Orucu bozdum diye kızdın. Daha dur… Seyret sen. Kurbanı bekleyeceğim. Vallahi bak eşeği de kurbana sayacağım" demiş...

              Şimdi dayım/emmimim imanını, inancındaki içtenliği sorgulayabilir misin? , Bilgisizliğinin Onu isyana sürüklediğini söyleyeceğiz. Her şey diyeceğiz. Tamam da Kendisini Tanrısına sitem edecek kadar yakın gördüğü için içtenliği apaçık ortada olan inancını sorgulayabilir miyiz?  Hiçbir koşulda buna hakkımız olmaz.

            Halkın cahilliğini kutsayanlar burada da mangalda kül bırakmayacaklar. Hadi oradan. Şu halkı aç bıraktık, açık bıraktık, tonlarca atığın, milyonlarca ton toprağın altına gömdük. Enkazlar da bıraktık. Kimselere ağzını açmadı. Sesini yükseltmedi. Şu Anadolu insanının saflığını koruyamadık. Yeniden kazandırabilmen için Anadolu kadar ömür gerekir.

Yazıklar olsun bize…                                                                     17.03.2024 hyetgin

 

19 Mart 2024 Salı

ÇANAKKALE- Mehmet Muzaffer'in Hikayesi -2024

26 Şubat 2024 Pazartesi

BİR HOLLANDALI İL İL GEZMİŞ YURDUMU

23 Şubat 2024 Cuma

GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN BEDELİ OLABİLİR

 

GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN BEDELİ OLABİLİR

Üç kişi giyotinle idama mahkûm olur. Bunlardan biri papaz, biri hâkim, biri de fizikçi...

*İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır. Başını giyotinin altına yerleştirir ve sorarlar:

– Son sözün nedir?

Der ki:

– Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır. Allah... Allah... Allah...

Giyotini indirdiklerinde boynuna birkaç santim kala giyotin durur. Halk şaşırır ve hep bir ağızdan bağırır:

– Onu serbest bırakın; Allah sözünü söylemiş ve onu korumuştur.

Böylece papaz idam edilmekten kurtulur...

*Sıra hâkime gelir, ona da sorarlar:

– Demek istediğin en son söz nedir?

Der ki:

– Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum. Adalet... Adalet... Adalet...

Giyotini indirirler, giyotin hâkimin de boynuna birkaç santim kala durur...

Bunun üzerine insanlar tekrar şaşırır ve bağırırlar:

– Adalet sözünü söyledi, onu serbest bırakın.

Böylece hâkim de boynunun kesilmesinden kurtulur...

*Sıra fizikçiye gelir. Ona da

– Son sözünü söyle derler;

Der ki:

– Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hâkim.. Bildiğim tek şey şudur: Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor.

Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler. Düğümü açıp tekrar bırakırlar, böylece fizikçinin başı bedeninden kopar..

Toplumdaki "düğümler" ve sorunlara işaret edip gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir!..

Gerçeğe talip olanlar, bedel ödemeyi göze almalıdır..

ARTHUR SCHOPENHAUER

 


16 Şubat 2024 Cuma

DALYA OYUNU- HASAN ALİ KALAYOĞLU

  DALYA OYUNU- HASAN ALİ KALAYOĞLU

DALYA- HASAN ALİ KALAYOĞLU

 En sevdikleri oyun olmasına rağmen, aynı zamanda da en az oynadıkları oyundu dalya. Bunun da en önemli nedeni, bizimki gibi küçük bir mahallede bir araya gelmesi zor ve kalabalık bir çocuk grubuyla oynanmasının zorunlu olmasıydı. Ayrıca, o dönemde pek bulunmayan yumruk büyüklüğünde içi dolu bir topla oynanmasının gerekli olması da diğer bir nedendi.    

Ama bugün hem topları vardı, hem de yeterli sayıda oyuncuları. Topu Emin getirmişti. Babası ayakkabıcı olduğu için, artan deri parçalarından dikmiş ve içini de kumaş ve deri parçalarıyla doldurmuştu. Bu oyunda topun en fazla 5–6 cm çapında ve biraz da ağır olması gerekliydi. Yoksa daha büyüklerini avuçları ile kavrayamayacaklarından istedikleri yere atmaları güç olurdu.

 

Emin’in getirdiği top tam da istedikleri gibiydi. O nedenle hemen sokağın bitimindeki arsaya koştular. Seyrek de olsa oynadıktan sonra arsanın kenarındaki iğdenin altına sakladıkları tuğla kırıkları bıraktıkları yerde duruyor olmalıydı. Gerçi alınmış da olsa sağdan soldan hemen bulup getirirlerdi. Çünkü bütün evlerin çatıları oluklu tuğla ile örtülüydü ve sonbahardaki tuğla aktarma döneminde kırık tuğlalar değiştirilip atıldığı için her yer tuğla kırığı oluyordu.

Dalya tuğlaları, bıraktıkları yerde duruyordu. Hemen alıp arsanın ortasına geldiler ve önce büyüklerinden başlayıp üst üste yığarak 25–30 cm yüksekliğinde bir kule meydana getirdiler. İşte buna “dalya” denirdi ve dalyanın mümkün olduğu kadar sağlam olması, kolay kolay yıkılmaması gerekiyordu. Sonra da bunun 4–5 metre uzağına bir çizgi çizerek topun dalyaya atılacağı yeri belirlediler.

 Artık oyun için her şey tamamdı ve sıra ekiplerin belirlenmesine gelmişti. İçlerinde diğerlerine göre daha büyük olan Ali ve Yusuf ekip başkanı oldular ve yazı-tura ile oyuncuları hangisinin önce seçeceğini belirlediler. Sonra da, oyunu daha iyi oynayacaklarına inandıkları arkadaşlarını önce biri sonra diğeri sırayla yanlarına çağırarak ekiplerini oluşturdular. Beşer kişilik ekipler hazırdı ve hemen kaynaşıp karşı takımı nasıl yenebileceklerinin taktiklerini konuşmaya başladılar. Rakiplerinin zayıf tarafları da fısıltıyla konuşulanlar arasındaydı.

 Sıra oyuna hangi ekibin başlayacağının belirlenmesine gelmişti. Bunun için yerden küçük bir tuğla parçası alan Mıstık, bunun bir tarafına tükürerek başkanlara sordu:

          -“Kim yaş tarafını, kim kuru tarafını alıyor?”

Yaş tarafını Yusuf alınca kuru tarafı da Ali’ye kaldı. Mıstık, taşı hızlıca havaya fırlattı ve hep birlikte düştüğü yere koştuklarında, taşın kuru tarafının üste geldiğini gördüler. Bu durumda oyuna Ali’nin ekibi başlayacaktı. Yusuf’un ekip de “ebe” olmuştu.

 Ali’nin ekibinde en gözlekçi* olan Selahattin’di. Bu nedenle çizginin başına en önce o geçti. Diğerleri ise çil yavrusu gibi etrafa dağılarak dalya yıkılırsa karşı ekibin topla kendilerini vurmasına karşı önlem aldılar. Ebe olan Yusuf’un ekibinde ise, topu en isabetli ve hızlı atan vurucu elemanları Recep dalya başında yer alırken, diğerleri de karşı ekibin oyuncularının yakın durarak Recep’in topu kendilerine pas olarak attığında yakalayıp en yakındakini vurmaya hazırlandılar.

Selahattin, topu eline alarak çizgiye dikildi. Kolunu ileri geri sallayarak nişan almaya çalışırken ortalıkta çıt bile çıkmıyor, her iki ekip de heyecanla onun atışını bekliyorlardı. Tam topu atacaktı ki, Recep eliyle dalyanın üstüne bir daire çizerek bağırmaya başladı:

          -“Ortada kuyu var, yandan geç.”

O, bunu sürekli tekrarlayıp Selahattin’in dikkatini dağıtmaya çalışırken, Selahattin’in iyice nişanlayıp topu dalyaya attı ve böylece de oyun başladı. Top dalyaya vurdu ama kiremitler hafifçe sallanmasına rağmen yıkılmadı. Bu durum Ali’nin ekibinde en güvendikleri arkadaşlarının boş çıkması nedeniyle üzüntü yaratırken, Yusuf’un ekip sevinçten havalara zıplıyordu.

 İkinci olarak topu alıp çizginin başına geçen ekip başı Ali’ydi. O da büyük bir dikkatle nişan alıp topu dalyaya attı ama ıska geçti. Üçüncü olarak, Muhittin geçti çizginin başına. O da deviremezse geride kalanların dalyayı bile vuracaklarından hiç ümidi yoktu. Böyle bir durumda Ali’nin ekibi “ebe” olacak ve diğer ekip dalyayı devirmeye çalışacaktı. Bu nedenle çok dikkatli olmalı ve karşısında ona meydan okurcasına yükselen bu kuleyi mutlaka vurup devirmeliydi. Topu Selahattin gibi yavaş atarsa dalyayı vurma şansı artacak ama bu kez de dalya devrilmeyecekti. O nedenle topun hızını da iyi ayarlamalıydı.

 Herkesin büyük bir sessizlik içinde onu izlediğini bilerek nişan alıp topu dalyaya doğru fırlattı. Yerden dalyaya doğru hızla giden top, tam dalyanın yanına yaklaşınca yerdeki küçük bir taşa çarptı ve havalanarak dalyanın tam tepesine vurdu. Yarısından sonrası sallanan dalyanın en üstündeki üç kiremit parçası yere düşerken, vurulmak istemeyen Muhittin, büyük bir hızla oradan uzaklaştı. Dalyanın başında bekleyen Recep, topu alıp etrafına bakıncaya kadar Ali’nin ekibindeki herkes gerekli uzaklığa ulaşmışlardı.

 Recep isterse karşı ekipten birini vurmak için topu doğrudan ona atabilir, isterse de daha uygun durumdaki kendi arkadaşlarından birine pas olarak atıp onun atış yapmasını sağlayabilirdi. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, topun dalyadan uzaklaşması durumunda karşı ekipten birinin gelerek kiremitleri yeniden dizmesiydi. Dalya dizme işi tamamlandığı anda o oyun kazanılmış olurdu. Öyle ki dalyayı deviren ekipten vurulmayan tek kişi bile kalsa, dalyayı dizmeyi başardığı anda bütün ekip oyunu kazanmış sayılır ve yeniden dalyayı devirmek için atışlara başlardı. Yusuf’un ekibinin ebelikten kurtulmasının tek yolu, ya herkesin dalyayı ıska geçmesi, ya da yıkılan dalya yeniden dizilmeden karşı ekipteki herkesi top atışlarıyla vurarak oyun dışı bırakmalarıydı.

 Bu arada Recep’in gözü çevreyi kolluyordu. Oyun arkadaşı Yusuf’un karşıdaki bir oyuncuya iyice yaklaştıktan sonra kendisine topu atması için işaret ettiğini görür görmez topu hemen ona fırlattı. Yusuf da topu tutar tutmaz kaçmaya çalışan Mıstık’ın sırtına yapıştırdı. Hemen yeniden topa koşan Yusuf, aldığı topu çabucak dalya başındaki Recep’e geri attı ama bu arada Muhittin gelerek düşen kiremitlerden ikisini yeniden dizip geri kaçmıştı. Ali’nin ekipten bir oyuncu vurulmuştu ama dizilecek sadece bir kiremitleri kaldığı için oyunu kazanmayı garanti görüyorlardı. O kiremidi de yerine koydukları an 1-0 öne geçerek oyuna yeniden başlama hakkı kazanacaklardı.

 Recep, yakınına gelip geri kaçarak topu kendisine atması için onu tahrik eden Ünal’ı gözüne kestirmişti. Başka tarafa bakar gibi yaparak onun dikkatini dağıttıktan sonra, topu tüm gücüyle ona attı ve kımıldamasına bile fırsat tanımadan göğsünden vurdu. Bu arada topun dalyadan uzaklaştığını gören Ali hızla gelerek kalan tek kiremidi de en üste koydu ve “dalyaaaaa” diye bağırdı. Ancak biraz acele etmişti ve son kiremidi dalyanın üstüne biraz hızlı bırakmıştı. Dalya bir an dengede durur gibi oldu ama sonra yana yattı ve en az 5-6 kiremit yere düştü. Bu durumu gören Ali’nin ekibi yeniden kaçışırken hem dalyanın yıkılmasına, hem de iki arkadaşlarının vurulmasına hayıflanıp duruyorlardı.

 Recep, Ali’yi vururlarsa oyunu kazanacaklarına inanıyordu. Bu nedenle de tüm dikkatini ona verdi. Ali de bunun farkındaydı ve son bir hamle için kendini hazırlıyordu. Başka tarafa bakar gibi yapıyor ama gözünü Recep’ten hiç ayırmadan topun kendisine atılacağı anı bekliyordu. Recep, gafil avladığını düşünerek topu hızla ona fırlattı ama Ali bunu beklediği için, birden dönerek gelen topu havada yakaladı. Eğer yakalamaya çalışırken elinden düşürseydi vurulmuş sayılacaktı ama yakaladığı için avantaj kazanmıştı. Şimdi isterse bu oyun içinde dalya dizilinceye kadar bir kez vurulursa vurulmamış sayılıp oyuna devam edecek, isterse de vurulan bir arkadaşını oyuna döndürebilecekti. Ali, vurularak kenarda bekleyen Mıstık’a dönerek oyuna yeniden dönmesini istedi. Böylece, oyunu kendilerinin kazanma şanslarını yeniden artırmış, arkadaşlarının morallerini de düzeltmişti. Eeee, ekip başı olmak öyle kolay şey değildi hani.

O gün akşam oluncaya, hatta babaları eve gelip de onları çağırıncaya kadar dalya oynadılar. Yorgunluktan kımıldayacak halleri kalmamış, her tarafları terden sırılsıklam olmuştu ama buna değmişti.

 Tatlı bir yorgunlukla evlere dağıldıklarında hava kararmak üzereydi.

 *gözlekçi: nişancı

wwwmowjeldohacombordersqx5


Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Premium Wordpress Themes