6 Aralık 2011 Salı

ÇAYELİ ÇALIŞTAYI

İNTEL HİKÂYEMİZ
(Ankara-Antalya-Rize/ Çayeli)

Ankara’ya çağrı yazımı almıştım. Her zaman gidip geldiğim Ankara bana yabancı değildi. Üniversiteyi de orada okumuştum. Hem de gideceğim yere çok yakındı. Milli Eğitim Bakanlığı Teknolojiler Genel Müdürlüğü… Bildiğim bir yer olduğu için pek heyecan duymamıştım. Benim kafamda, Ankara’nın dışında bir yer olsaydı daha iyi olur düşünceleri geçiyordu.
Ankara’ya yaptığım iki saat on beş dakikalık yolculuktan sonra, doğru Teknolojiler Genel Müdürlüğüne gittim. Otomatik bir kapıdan geçtim ve kendimi uzay üssü gibi bir odanın içinde buldum. Hem şaşırdım hem sevindim. Şaşırdım, çünkü alışılmış seminerin dışında bir hava hissettim; herkesin oturacağı yer belli, herkesin kullanacağı bilgisayarı masada hazırdı. Sevindim, çünkü devletim beni önemli görüyordu…
Az sonra hocalarımız geldi. Hoca dediysem kelli felli birilerini anlamayın; biraz tıfılca, memur kalıbında zayıfa yakın kilo, orta ile uzun arasında boy, ceketli, kravatlı ve terbiye ile giyilmiş yani uçuk kaçık olmayan takım elbise… Bu elbiselerden de mütevazı hal akıyor… Çağrılan arkadaşlarımın hepsi gelmişti. Ciddi bir düzen içinde Atatürk ve vatana hizmeti dokunan şehitler ve büyükler için saygı duruşunda durduk. İstiklal Marşımızı söyledik. Usulden olduğu gibi öyle fersiz sönük ve resmi işlem yerine gelsin diye değil, Akif’in yazarken duyduğu heyecana yakın bir duygu seli içinde söyledik. Oturduk. Bu intel hikâyesi baştaki ciddi seremoniden de anlaşılacağı gibi entel hikâyesine benzemiyor. Öğretmenlerimiz kendilerini tanıttılar. Adnan Yazgı ve Harun…. Allah var; ikisi de genç, ikisi de yakışıklı… Ah hocalarım ah…. Sizi üçüncü sınıf sokak kabadayısı bir adam görse ilk diyeceği şey; Bu aslanlar, mevsimin bu vaktinde ne işleri var in-telle, çık- telle. Küçük bir oda ve makinelerin içinde tuşlarla muşlarla oynayacaklarına, salacaksın en harbi meyhanelere, en cazibeli kızlar peşlerinde dolanacak ve racon kesecekler… En hatırlı yosmalarla gününü gün edecekler.. Bakın delikanlılar, bu bilgisayar dediğiniz makineye hatır geçmez, ama biz delikanlı halinden anlar, en hatırlı, hatır kesersiz!.. Ama sokak adamı ne düşünürse düşünsün, onların yürekleri Türk Milleti’ne hizmet aşkıyla dolu. Bu sebepten olacak ki fark yaratan kişi oluyorlar.
İntel’e başlamıştık… Tereddütler içinde elimiz tuşlarda ama kafamızın içinde karışık düşünceler var. Dersler ilerledikçe kafamız karışıyor, karıştıkça sorulara sığınıp hocalara soruyoruz… Ama karışıklık dört nala koşarken, zihnimiz darmadağınık bir hal içinde yorgun kalmıştı. İçimizden bu işin zor ama başarılmayacak kadar da zor olmadığına kendimizi inandırmaya çalışıyorduk. Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü şimdiye kadar gördükleri kalıpların dışında bir seminerdi. Şaşkındık, çünkü elektronikle sonradan tanışmış bir kuşak olarak yaşıyorduk. Her zaman içinde olmasak da bir şekilde bulaşmıştık. Çocuklarımız bizim gibi değildi. Onlar bu elektronik araçların ortamına doğmuş, çoğunun oyuncağı bile teknolojikti. Zavallı bizim kuşak… Sonradan görmede olsalar, inadına idealist, inadına delikanlılar. Bizim kuşak fabrikasyon işi oyuncaklar bilmezdi. Oyuncaklarımız bile çamurdandı. Ama biz oynardık. Oynarken yanımızda Aliler, Ayşeler Fatmalar, Osmanlar vardı. Oyuncağımız yoktu ama yalnız değildik. Oyuncakları yapar, oyunları kurar ve kurgulardık. İbn-i SİNA, on üç yaşında oyun oynarken, bir adam,”Utanmıyor musun çocuklarla oynamaya” demişti de, İbn-i SİNA ona “ Hayır, o işimin, bu da yaşımın gereği” demiş ve adamı soluksuz bırakmıştı. Ha… “o” dediği ise tıp ilminin zamiridir. Bu iş pedagojinin temelinde saklı bir sözdür, taklit değil, orijinaldir. Zira İbn-i SİNA gibi bir dâhi ve deha adamı taklit yapar mı? Yapmaz… Zira deha taklidi sevmez… Onu taklit eden batılı adam ise, taklit etmiş ama güzel de söylemiş… Piaget, şu sözü bizim için söylemiş olabilir: ”Çocuk, oynaya oynaya akıl denizine ulaşır” Biz akıllı olmasak çamurdan saraylar yapabilir miydik? Oyunlara kural koyup, sonra da duruma göre bozmaz mıydık?. Oyun içinde dayanışma gösterip yarışlara girmez miydik?. Biz yaylalarda oynar, harman yerlerinde sabahlardık. Çayırlarda koşar, çaylarda çimerdik. Biz koyun kuzu peşine bile oynayarak giderdik.. Ne güzel oyunlardı… Eee… şimdi ki çocuklar yayla yerine daracık odalar ve balkonların içinde… Geniş çayırları yok ancak çayır rengi halıların üstünde gezinirler. Koyun kuzu ve diğer hayvan mahlûkatını, kartpostallarda ya da Tv belgesellerinde görüyorlardır. Hem köy çocuklarının, hem de şehir çocuklarının bir yönleri var ki farkında olmadan bir birini tamamlıyor; köy çocukları geleneği, şehir çocukları görgüyü öğreniyorlar. Yine de hayalleri dağları aşan bu çocukların gözleri, karşı apartmanın duvarına baka baka dağ gibi hayallerini tümsek ölçeğine düşürmüşler. Koyacakları ve bozacakları kuralları da yok… Onları makineler koymuş… Beğenmese de bozamıyorlar.
Adnan ve Harun hocalar anlattıkça bizlerin kafaları karışıyor; ya insaf ya… O kadar uzaktan gelmiş kocaman adamların kafasını karıştırmak için mi hazırlandınız? Yeter ya… Bizleri jepek modunda tarayıp, şeklimizi kâğıda yapıştırmak için mi çağırdınız. Bak hocam, buradan bir çıkarsam, bir daha zor dönerim modunda dersi izliyorum. Hele bir arkadaşım var o dedi ki; “ Bir kaçsam, Adnan hoca beni tutamaz” Ben şimdi o adama bakıyorum kuzu kuzu dinliyor. Yahu bu adam yoksa bize mi tuzak kuruyor. Ali ŞÖLEN taktiği mi uyguluyor. Ali ŞÖLEN, herkese ” Boş verin sınavı kolay soru çıkacak, ben hocalarla görüştüm bakın onun için hiç çalışmıyorum” demiş de gizli gizli çalışıp 97‘yi bulunca diğerleri nasıl güvenip de çuvallamışlar. Dertlerinden yataklara düşmüşler, yerlerde sürünmüşler… Şimdi de böyle bir taktik içinde olanlar var mı acaba?
Bu Harun Hoca genç ama bayağı olgun biri… Kızma yok, kırma yok, bıkma yok… Adnan Hoca da mütevazi, atak, yorulmuyor, oturmuyor. Bu hocaya en güzel sandalyeyi versek de, o gezmeden duramıyor. Ya bu bizim sınıf kum gibi kaynamaya başladı. YETGİN Hoca, ak saçlarına rağmen heyecan dolu… Doğan MALAKOĞLU hep negatif görüntü veriyor, ama eleştiri yapmakta haksızda değil. Kimse yerinde oturmuyor. Bu grup çalışması hoş bir şey… Hürriyet içinde hürriyet yaşıyorsun. Konuş, yaz, gez, tartış, eleştir… Bu sınıf bu konuda çok sabırlı çok!.. Kimse kızmıyor. Gürültüde olmuyor. Ben bu işi sevdim. O halde al kalemi ve 0.2 modunda düşün…
Haftayı ortalamıştık. Arkadaşlara bakıyorum, az da olsa Web .0.2 kavramlarını konuşmaya başladık. Bu terimlere kızıyorum. İçimden “Türkçe olsa” diye de geçiriyorum. Ama Türkler üretse terimlerde Türkçe olacak. Bu yüzden Türkçeleştirmeye çabalıyoruz. Ama yinede ilk günkü kaygı yok. Bu iyi gelişme…
Günler hızla eriyor, aksine biz dikleşiyoruz. Günlere inat, uzay üssü gibi odamızı da, önümüzde hissiz ve heyecansız duran bilgisayarları da sevmeye başladık. Forum yapabiliyor, gruplar oluşturuyorduk… Facebook, Twitter, internet vb… Bunlar artık oyuncak gibi… Artık bizde sosyal medyanın alıcıları olmuştuk… Birbirimize mesajlar da atıyorduk… Heraklitos,”Her şey akıştadır ve hiçbir şey duruşta değildir” demiş. Zaten bizde duracak gibi değildik… Bize anlatılanlar, gösterilenler hayat hikâyesi değildi. Zor, bilimsel ve teknik konulardı… Yani uyku getiren yılgınlık getiren cinsten, ama biz uyumuyorduk, yılmıyorduk. Bu Adnan YAZGI hoca her halde okuyup üfledi, Harun Bey bizi hipnozladı… Yoksa bu soğuk konular nasıl sıpsıcak insanı sarabilirdi? Heraklitos’u yanıltmadık, akmasına akıyorduk da, nerede duracağımız belli değildi. Ama ben yine de Mevla’ya sığınıp, Mevlana’nın sözünü Heraklitos’un alnına yapıştırayım da, sadece söz edenin kendisi olmadığını anlasın!.. Ne demiş Mevlana, “ Donmayan su gibi ol.” Vallahi bu çağrı bize… Biz donarsak, gelecekteki Türk çocukları buz keser… Onlar üşümesin diye biz akmaya devam edelim.
Kursun sonuna gelmiştik… Belgeleri aldık. İllerimize döndük… Milli Eğitim Müdürleri, ilgili şubeye bakan müdür yardımcıları, şube müdürleri ile görüşmeler yapıldı. Ne olduğunu anlatmaya çalıştık.. Ama sözün sonu, ”Kurs açalım açmasına da, daha önce planlananlar var.” Arkasından da,” Müfettiş bey, kursun adı neydi?” sorusu… Sabırla, İntel Öğretmen Eğitimi ve Liderlik Forumu Kursu” diyorum. MEB’nın İntelle anlaşması var. Bütün bu izahatın sonucu çıkmaya yakın” bakarız” lafı ile uğurlanıyoruz. Ama bütün bu kenardan bakmalara rağmen Bolu’da kurslarımızı açmıştık…
Tarih 03-07/10/2011 Antalya –Kemer…
Yeni bir heyecanla, alışmış olmanın verdiği rahatlıkla güzel şehrin şirin ilçesindeyim. Denize komşu kıyıları seyrederek varıyorum. Arkadaşlarımı ve Adnan Bey’i görüyorum. Değişik arkadaşlar aramızda… Ak saçlı Hıfzı YETGİN hocam da var, aspirin Leyla AYVAZOĞLU’da… Pervin GÖZENOĞLU hoca da bizimle; buğday benizli ama hep gülen yüzü var. Törenden sonra grup oluyoruz. Herkes heyecanlı. İlk günün yorgun ve uykusuz haliyle çalışmalara başlıyoruz.
Çalışmalarda akademik bilgi, hazır bulunuşluk, teknolojik donanım kadar duygusal motivasyonda önemli… İşte önem derecesine kadar saydığım bütün bunların yanında arkadaşların tutumları da samimi ortam oluşturmaya uygundu. İzmir’den gelen ekipte Hülya MAHMUTOĞLU, derinden ve dalgalı bir ses tonu, ağır konuşan ama düzgün bir Türkçe ile konuşmaya yol açan biriydi. Onu tanıyan arkadaşların ilk sözleri;”Anam bacım olsun, içi dışı bir” yakıştırmasını yaparlar ve bunda da hakları vardı. O aynen bir bacı gibi davranırdı. Türkçe’de bacı lafı git gide unutuluyor, ancak Hülya hocam bunu hatırlatanlardandı. Çeviri ekibinde olan Ayşegül YILMAZ ve Meral PEHLİVAN arkadaşlarımız sessiz ve derin çalışmalar içinde olduklarından son gün tanımış olduk. Görev bilinci yüksek, şamata etmeden yol alanlardandı. Mustafa KOCACIK adil bir grup başkanı ve idare ile bizler arasında doğru bilgi akışını sağlamada hatasızdı. Filiz NAMLI, nazik, nezaketli, tevazu ve incelik akan bir hanım efendi şairane duygularla oradaydı. Bu arada Zeynel GİRENTE, beyefendi, bir o kadarda teknik donanımı olan ve Türkçe’yi katletmeden konuşan bir arkadaşımız… Bu çalıştay hiç fena gitmiyor. Zeki HALİSOĞLU hoca, Ağrı Doğubeyazıt’tan yollara düşmüş. Yıllar önce Van’dan Doğubeyazıt’a vardığımda tanışmıştım. Ağrı Dağı’nın haşmetli tepesini, İshak Paşa Sarayı’nın büyüleyen taş mimarisini, Aslı ile Kerem’in hikayesinden tanıdığımız keşişin bahçelerini birlikte seyretmiştik. Doğubeyazıt’ın caddelerinde birlikte yürümüş, sedirli kahvede birlikte çay içmiştik. Ayrıldığımda ise kucaklaşmış ve yol hediyemi zorla elime tutuşturmuştu. Samimiyeti yüzünden okunuyor. Yazdığı örnek olay son derece “örnek” teşkil ediyor. Batılıların bu yüzyılda uğraştıkları ile bizim uğraştığımız konuları kıyaslayınca aynı yerde döndüğümüzü anlıyorum. Herkesin duyarsız kaldığı bir coğrafyada Zeki hocanın bitmeyen azmi, yorumlarındaki somut önerileri, saygısı ve insanlara karşı hürmeti bu kuşağın elmas bir kuşak olduğunu hatırlatıyor. Kurban olduğum büyük Atatürk, açtığın ufuk bu insanlara merhale kazandırmış. Zeki hocamla aynı amaca yönelik gayretlerim duygularımı kabartıyor. Böyle bir arkadaşım olduğu için bahtiyarım.
Recep BAYRAKTAR’dan bahsetmeden olmaz. Aspirin Leyla’nın has arkadaşlarındandır. Kavgaları da barışık halleri de hiç eksik olmaz. Bu arkadaşların bu kadar riyasız, samimi ve saygı ile dolu halleri çok insanı şaşırtır. Asi ile uysalın muhteşem birlikteliğini bu iki kişide görebilirsiniz. Bunların küskünlükleri de yağmur suyu gibidir. O anda ne yağmışsa o kadar görünürler; arkası ve uzatması yoktur. Aspirin Leyla anlatmıştı. Recep hoca bayan arkadaşla konuşurken, farkında olmadan göbeğini kaşımışta, Leyla bu durumu makaraya sarmıştı. Recep hiç kızmamış sadece “farkında değilim” diye hüzünlü bir açıklama yapmıştı.
İhsan hocam serhat şehri Edirne’den kervana yol arkadaşı olanlardandı. Grup toplantılarında, çay sohbetlerinde Karadeniz şivesinin şehirlisini konuşur, mutlaka felsefi bir açıklama yapardı. İlk başta ilgilenmez gibi görünenler, olaylar arasında bağlantı kurduklarında hak verirlerdi. Mantık kurgusu güzel arkadaşımda bizlerde güzel izler bıraktı.
Tokat yaylalarından katılan Ahmet TUTAR Bey’de yumuşak ses tonu ve babacan açıklamaları ile sevilen grup başkanıydı. İşlerini erken bitirmenin huzuru içindeydi. Görev bilinci yüksek bir arkadaşımızdı. Nezaketli tavırları vardı. Şamata etmez ama konuşurdu, açık ve net cümleler kurardı. Ayrılışından yarım saat önce beraberdik, otobüse bindirme fırsatım olmadı ama o beni telefonla arayarak vedalaştı. Galiba vefalı olmak İstanbullu olmak değil, memleket toprağı gibi mümbit olmaktı. Bu husus Ahmet Hoca da vardı.
Akşam saatleri, akşam dediysem saatin beşi altısı değil, gecenin 09:00’u, yani 21:00’i… Adnan Bey’in yeni stratejik hamle peşinde olduğunu seziyorum. Hafiften kırgın, üzgün ve iştahsız bir ifadeyle; ”Yol arkadaşlarım, ilk gün gruplar birbirlerini ziyaret etsin, aralarında diyalog kursunlar, tartışsınlar dedim ama pek bir akış olmadı. Ağır gidiyoruz, yetiştiremeyeceğiz!..” şeklindeki yakınma üzerine, herkes diriliyor. “Ne demek yetiştirmemek, bu ekip yol arkadaşını yolda bırakır mı? Ya Allah!..” ve yeni bir hamle… Değişen durumlara uyum sağlama, engellerin üstesinden gelme esnekliğini kazandıran duygusal zekâma emrediyorum. Bak sevgili duygusal zekâm. Bu sefer beni yarı yolda bırakma, bütün zihni melekelerim sönse bile sen benimle ol.. Hani, seninle geceler boyu konuştuğum zamanları niçin hatırlamıyorsun? Mumlar sönse, lambalar kaybolsa sen yanardın. Tıpkı ışıkların kaybolduğu ve benim yandığım gibi…Şu Adnan Bey’e karşı beni nakavt etme!...Uyuşuk halimden beni kurtar ve kağıtlara akışımı kolaylaştır…
Arkadaşlarıma bakıyorum. Ortak bir hedefe kilitlenmişler. Yeni planlar, programlar, tartışmalar var. Bu sınıf yine Kemer sahillerinin kumu gibi kaynamaya başladı. Bu kaynama durgun nehirleri bile coşturur. Coşmuşlardı. O kadar coştular ki toplu şarkı bile söylemeye başladılar. Saatler gece yarısını gösteriyor, ama Hıfzı YETGİN hoca, Elvan Alev YANCAR hoca hala bilgisayar tuşlarını tavukların yemi gagalaması gibi didikliyorlar… Helal olsun size!.. Hakkını veriyorsunuz. Kurslarda blog oluşturma zorluğu çekerdik, siz kemik gibi blog olmuşsunuz. Seviyorum şu sosyal medyayı… Doğru ve tarafsız, anlık ve hızlı. Bunu da şimdi söylüyorum; kolay ve kullanışlı… Balta gibi al sana, al sana, keser gibi hep bana, hep bana değil, testere gibi bir sana, bir bana… Yani çift yönlü..Eee… Atalar ne demiş; “ Tek taştan duvar olmaz.” Haklı söylemişler…
Bu çalıştayın hoş taraflarından biri de insanlara kendilerini ifade etme fırsatı yaratmasıydı. Gerek Pervin hanım, gerek Adnan Bey, insanlara bu fırsatı verdiler. Zira insanın kendini ifade etmesi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç karşılanmış oldu. Kavramlar farkında olmadan günlük hayatımızda yer almaya başlamış bile… Bir birine canı sıkılanların şakaları bile terimleri algıladığımızın doğru adresiydi. “Beyefendi paradigmalar değişiyor”dan tutunda, “Kafamı bozma paradigmanı değiştiririm” lafları bile şakalaşma muhabbetlerinde yerini almıştı. Derin düşünceler bile çağrıştırıyordu. Artık bildiklerimizi ve onlardan hareketle bilmediklerimizi bile düşünmeye başlamıştık. Sahi 21.yy becerileri hakkında kafa yoranları niçin atladık?..
Çalışmalar, toplantılar ve gece mesaileri içinde başarı ile biten bir çalıştay… Pervin Hanım ön çalışmaları kitapçık halinde grup başkanlarına dağıtılmak üzere hazırlamış… Bu ilklerden biriydi. Törende heyecan yarattı. Adnan Hoca, veda konuşmasını yarım bıraktı. Hıfzı Hocamla konuşmuştuk ve Adnan Bey’in gıyabında birkaç sözden bir kaçını paylaşmak istiyorum. Adnan Bey uzuna yakın orta boy, yetmiş ile seksen arasında kilosu olan, karayağız bir Anadolu çocuğu. İlk bakışta bu profil içinde taş gibi yüreği olan bir adam tahayyül edersiniz. Aksine bir o kadar duygusal bir insan… Ayrılık yaklaşınca çeşmeleri açıyor, olsun biz onu biliyoruz. Nede olsa gözyaşında rahmet vardır. Kurslarımızın esnek ama başarılı bir çalışma sergilemesinin sebebi bu duygu yüklü yüreklerin olmasına bağlı. Zira insanın duygu hayatı ile zihin hayatı arasında müthiş bir bağ vardır. Bu bağın en bariz örneği Adnan Bey’de mevcuttur. Hani gözyaşı dedim ya, yüzüne karşı olmasa bile, arkasından ağlanır ya, bu bizim çalıştay o kadar sıcak ortamda olmuştu ki, hatırladıkça iç çekeceksin, iç çektikçe peşinden gül dikeceksin, sonra peşinden ağlayacaksın… Duygular… En uzun ömürlü arkadaşımdır. Duygular en samimi sırdaşımdır. Duygular en yakın yoldaşımdır. Herkes bana uzak olsa da onlar en yakında olanlardır. Zor zamanlarda kapısını sormadan çaldığım kader arkadaşımdır. Akan su gibiler; Hüzünlenirsem, hüzünlenir, acı duysam acı duyar, kırılırsam onlar unufak olurlar… Söz olur ağzımdan çıkar, ses olur kulağıma akarsınız. Yol olur hayallerimin gittiği yere götürürsünüz. Sabır olur yüreğime gömülürsünüz. Hani eskiler hep söyler ya…”Hal olmadan, hayal olmaz” Bu bizim çalıştay hayalle hal’in dost olduğu bir ortamdı. Vay be!.. Farkında olmadan Türk filmi senaryosu gibi bir calıştay oldu…
Fukara memurların, “Daima Biz Resortta” ağırlanması, merak edip uzaklardan kaçamak bakışlar fırlattığımız ve gözümüzde büyüttüğümüz ecnebilerin, merak edilecek kadar olmadıklarını, cellat heybeti ile bakıp yukarısını Anadolu toprakları kadar bereketli, aşağısı Çukurova kadar cömert olan insan bedenini haşin bakışlarla yormanın anlamsız olduğunu anladık… Bir şey daha anladım; insanlığın erdemlerini dikkate aldığımızda bizimkilerin daha asil olduklarını …
İlklerden ikincisi de Pervin Hanım ve kendileri için doldurulan sembolik Kurs Belgesini, bütün katılımcılara imzalatmasıydı. Bu sefer hocalar, kursiyer olmuştu. Bu Pervin hoca ciddi kadın ha… Açılış töreninde saygı duruşu ve arkasından İstiklal Marşı’nın söylenişinde ne kadar da ciddiydi. O anda insan içinden geçiriyor; bu hoca ile sürekli ders yapacaksak, yandık valla!... Tunçtan bir heykel gibi duruş karşısında insan Antalya’nın sıcağında mum gibi erir ya… Bir de dersler bloksa, bir buçuk saat çekilir mi? Yandık.. Çalıştay başlayınca ve bütün iş akışı boyunca gördük ki, bizim yüreğimizin katmerli pas tutması boşunaymış. Bunu son gün son dakika anladım. Eh, Türkçesi de fena değil… Hani ecnebilere artistlikten ödül verip, sahneye çağırıyorlar da, adamlar hiçte yüksek perdeden konuşmuyor ve eh..öhh, diye diye bir çok alkış alıyorlar. Pervin hoca eh, öh demeden güzel de konuşma yaptı. Bizim oralarda olsa “Eh, kadın şeher çocuğu” derler. En güzel tarafları samimi olmasıydı. “ Türkiye Türklerin, kilidi tektir /Bayrağı da tektir dili de tektir /Bilirim Türk Demek Türkçe demektir/ Atamın izinde ya Türkçe ya hiç!” Pervin hocanın sayesinde bir dörtlük yakaladım işte. Haklı değil miyim?
Hüzünle karışık sevinçle barışık bir ortam içinde yola revan olma vakti gelmişti. Nihayet yeşil ile mavinin güneşle yağmurun dost olduğu Antalya-Kemer Kiriş mahallesinden yolculuk başlamıştı. Haşmetli Toros Dağlarını seyrederek bozkırın içine yayılmış Ankara’ya varıyorum. Merhaba ANKARA…
03-07/10/2011 Antalya-Kemer/Kiriş Mah. Daima Resort…
28 Kasım 2011 – 02 Aralık 2011 Çayeli-Rize
Görev yazımı bir gün öncesinden almıştım. Yol hazırlıkları tamamdı. Pazar günü 09:00 uçağı ile Trabzon’a, oradan Rize Çayeli’ne geçmeyi planlamıştım. “Hayırlısı “ diyerek yola çıktım.
Uçakta Pervin Hanım ve Arzu ÇANKAYA’da vardı. Aynı amaç için yola çıkmış, ayrı koltuklarda yolculuk yapıyorduk. Uçak yolculuğu pek sık yapılan bir şey olmadığı için beraberinde korkularda taşıyordu. Korku, geçmişte dolanan hafızamın acı bir meyvesi olarak beni her ne kadar vesveseye sevk etse de, Yaradana sığınıp yürüyorum.
Bulutlarla kardeş oldum. Üstünden yanından, sağından solundan geçiyoruz. Yüksekteyiz. Aşağıda dağları görüyorum. Aşağıdan bakınca haşmeti ürküten dağlar, tepesine balyoz yemiş gibi küçülmüşler. Aşağıdan bakınca aşılmaz gibi insanın gözünü korkutan dağların, minicik tümsek gibi görünmesi bana cesaret veriyor; “.. ya “ diyorum içimden, “ küçükken koyun güttüğüm Ziyaret Tepesini, Kasiret ve Kısır Dağlarının doruklarını, Yelatan eteklerini hatırlıyorum. Bana kocaman gelen dağlar ve yaylalar, uçağın küçük penceresine sığmış, küçük tümsekleri hatırlatıyor. Yüksekte olunca, alçaklar böyle mi oluyor diye düşünüyorum. Yanımda oturan adam,”bu kadar yüksekten aşağılara bakamıyorum” diyor. Arkasından da ekliyor,”korkuyorum, o yüzden bakamıyorum…” Aynı korku bende de vardı ama ben onun kadar belli etmiyordum. Sadece,” dua oku, sakinleşirsin” diyorum. Hak vermemek elde değil. Korku kültürü ile yetişmiş bir kuşağın bu zamanda ki “acı”ları incinme olarak, geçmişte yaşadıkları “kızgınlık” gelecekte yaşayacaklarını düşünmesi ise “ endişe” olarak bütün zamanlarını içine almaktadır. Ama bir gerçek var ki, ürün vermeyen kısır bir davranış olan korku, içine doğduğumuz cemiyetin doğru ve yanlış emanetiydi. Biz bu emaneti öğrenilmiş bir davranış olarak kazanmış bulunmaktayız. Edirne’den katılan İhsan Bey aklıma geldi. Bir sohbet sırasında, “Öğrenilen davranışla, kazanılmış davranış “ arasında ki farkı açıklamıştı. Arkadaşlar dinlemiş ancak kulak ardı etmişti. Ama benim için öyle değildi. Açıklamalarında haklıydı. İhsan hocam, “Araya söylendi, unutuldu” sansa da, benim hızlı okuyucu ve fotoğrafik hafıza teknikleri hususunda “ eğitildiği mi bilmiyordu. Açıklamaları tam yerinde ve beni sevindirmişti.
Artık dağlarda yok oldu. Aşağıda hiçbir şey görünmüyor. Bulut tabakası tıpkı gecenin gündüzü örttüğü gibi denizimizi ve dağlarımızı örtmüştü. Yanımda oturana, “ korkma aşağıda bir şey yok, bak göremezsin” diyorum. Adam çekinerek benim pencereye uzanıyor. “Evet ama bulutlar var” diyor. İçimden geçiriyorum. Hep aşağıdan seyrettim. Şimdi üstünde uçuyorum. İnsanın bu dünyadaki oluşu kuşlar gibi uçmak için uçağı, balıklar gibi yüzmek için gemileri ve akla gelen daha başka araçları yapmak için çaba göstermesi olaylara seyirci değil, müdahaleci tavrını ortaya koymasının en iyi örneğiydi. İnsanoğlu sanki bu dünyayı mahpus, kendisini mahpes olarak görmüş ve kafesi yırtarak özgürlüğünü ilan etmiş. İnsan algılarını, yüksek zekânın ürünü olarak ortaya koymuş. Bu yapılanlara hak vermemek, haksızlığın altın derecesi olurdu.
Anonsla beraber gözümü pencereden ayırıyorum. İnişe geçiyorduk. Pilotumuz bayandı. Adı Hale ama soyadını unuttum. Gurur duydum. İstiklal savaşını yapan ruh, teknoloji yarışında da vardı. O gün Nene Hatun, bugün Hale Hanım… Ah, birde kendi uçağımızı yapsak diye de hayıflandım.
Yerde Pervin Hanım ve Arzu Hanımla görüştük. Otobüsle Çayeli’ne doğru gidiyoruz. Koskocaman sonbahar gitmiş, kışın başındayız ama Karadeniz hala yeşil… Solumuzda mavi Karadeniz. Kabaran köpükleri görünce Pervin Hanıma soruyorum, “ Denizde kuzu olur mu?” cevabı hemen geliyor, “Olur, derya kuzusu” berrak bir zihnin peşin cevabıydı. Gülüyoruz. Deniz dilinde “kuzu” dalgaların küçük köpükleriydi. Küçük kuzular denizde çok olunca, arkası fırtına olacağından, denizciler ona göre tedbir alırlardı. Pervin Hanım, pazarcıların dilinde olan ve tezgâhlardaki kuzulardan bahsetmişti, ama cevap vermişti. Aynı soruyu uzun yıllar önce Marmara Denizini geçerken, Kars’lı bir arkadaşıma, “Denizde kuzu olur mu?” diye sormuştum da bana, “Manyak mısın!...Suda kuzu yaşar mı? Boğulur gider” demişti.
Kurs merkezindeyim. Gelen birkaç arkadaşımla görüştüm. Hepsini heyecanlı gördüm. Sevinmiştim. Sabah herkes salonda… Atatürk ve şehitlerimiz için saygıya durmuş, İstiklal Marş’ımızı birlikte okumuştuk.
Atatürk denilince herkesin biraz durması düşünmesi gerekiyor; Avrupalı dostların (!) bize söyledikleri… Asmayın!.. Kaldırılsın!... Gerekli görülmüyor!... sözleri ise Atatürk’ü sindiremediklerinin işaretidir. “Devlet kurumlarından ve okullardan Atatürk resimlerinin kaldırılmasını” istemek, bizi lidersiz ve modelsiz bırakmaktır. Düşünüyorum da Atatürk gibi bir liderleri olsaydı, kovboy filmleri gibi her gün gözümüze sokar ve bize ezberletirlerdi. İyi ki böyle bir lidere sahip olamadılar. Bu yüzden eziktirler. Bu yüzden dost görünen düşmandırlar. Onlar, bu ezikliği hep yaşadılar. Tarihi hesaplaşmanın zamanı geldi diye düşünüyorlar. Onlar, bu inatlarında haklıdırlar. Ya biz? Biz işin neresinde duruyoruz? Bizim de tarih denen boy aynasında kendimize bakmanın zamanı gelmedi mi? Tarih, geçmişte yaşananların bugüne yansımasıdır ve boy aynamızdır. Kendimizi bu aynada nasıl görmek istiyorsak ona göre bir yol izlemeliyiz. Ancak tarih yapanla tarih yazanın birbirlerine sadık olması, “durumsallık” ilkesine bağlı olarak, yazılanla yaşananın aynı düzlemde ele alınması gerekir. Geleceğe endişesiz bakmak ve yön vermek, geçmişi unutmadan ve kendi gerçeğimizi görerek, anlayarak hafıza oluşturmakla ve o hafızadan beslenmekle mümkündür. Uzun yıllardan beri Batı’da aranan kaynak, gerçekte bizim içimizdedir. Batıda insanlar, vahşet ve dehşet içerisinde aslanlara atılarak soyluların eğlencesi olurken, büyük ecdadımız gönüllere hikmet ve adaletin, ilim ve irfanın, şan ve şerefin erdemlerini insanlığa hediye ediyordu. İşte Türk çocuğu bunu asla unutmamalıdır. Peki, Avrupalı niçin tarihi şahsiyetlerini ofislerine, evlerine, okullarına asmıyor?.. Kimi asabilir ki?.. Birkaç örnek verelim. "Sir" ünvanı sahibi Çanakkale de bütün ihtişamı ile sulara gömülen evlerindeki bakıcı Elizabeth Anne Everest ile iyi (!) geçindiği için evinden kovulan Winston Leonard Spencer-Churchill mi? Boğazı kesilerek öldürülen ve yakın arkadaşı Brutus'un da ihanetine uğrayan Sezar mı? Metresi Clara Petacci ile İsviçre’ye kaçmaya çalışırken yakalanarak Mezzegra’da bir evde vurulmuş bulunan ve Roma’da ki meydanda ayaklarından iple asılarak, halkın önünde teşhir edilen Mussolini mi? Kendisinin zulmü yetmiyormuş gibi, 32 yaşında bulunan torunu Juan Carlos'u veliaht ilan eden diktatör Franko’yu mu?,. İnsanlık zulmü yaratan ve yeraltı sığınağında intihar eden Hitler’i mi? Hangisini asabilir? Hangisi Atatürk kadar yakışıklıdır. Hangisi Atatürk kadar giyinmesini, kuşanmasını bilir? Hangisi Atatürk kadar mazlum milletlere yol açmış? Hangisi Atatürk kadar fakir milletini zengin etmek için gece gündüz çalışmış? Hangisi ölürken mirasını yakınlarına değil de, milletine bırakmış?
Atatürk’ü anlatırken hakkında görüş beyan eden Batılılarda vardır. Bu bir kabul noktasıdır. Prof.Walter L.WRIHT :”O, kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı.” Paris-Soir’den :”Denilebilir ki onsuz, İslam âlemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. Berthe Georges-Gaulis :”O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, O’na çok uzaklardan bakmak gerekir.” Türk Milletinin dâhisini sonsuza kadar evden işyerine, atölyeden fabrikaya kadar her yere asalım ve anlayalım… Zihnimden geçen bu duygularla birde dualar yolluyorum. Sayesinde hür bir memlekette, hür bir bayrağın gölgesinde ülkemiz için çalışıyoruz.
Tanıdıklar ve tanımadıklar bir aradaydık. Ama gönül birliğimiz vardı. Bir arkadaşım Antalya çalıştayını kastederek, “Kitap ne oldu? Yaptıklarımız bir şeye benziyor mu?” diye sordu. Haklıydılar. Elde hiçbir şey yokken, bir eser ortaya çıkmıştı. Müsveddeydi. Ama bilmedikleri bir şey vardı; Adnan Bey, bu yazılanları okuyacak, üfleyecek, bana okutacak kıvama getirecek, yeni gelen arkadaşlara ucundan kulağından yavaş yavaş girecek, kimseyi ürkütmeden, korkutmadan işin içine çekecek ve eski çalışanların yaptıklarına yeni bir şeyler eklensin diye grup çalışmalarını yapacak, bu arada sizler biraz entel takılacak, biraz ciddi görüneceksiniz. Bazılarınız ise hür general gibi dolaşacaksınız. Bu hürlük, sizin işinize yaramayacak, esaretinizin ilk adımı olacak ve kırmızı çizgi yiyeceksiniz. Ondan sonra “ah”lar, “vah”lar çekeceksiniz ama iş işten geçecek. Sizin bu halinizi görenlerden şair ruhlu, sarı saçlı, çıtı pıtı, bir bir kız ortaya çıkacak, methiye mi desem, ağıt mı desem dörtlükler yazacak. Siz, “…ya bu çöp gibi kız mı şair?” diyeceksiniz ama “çıtı, pıtı o kız Filiz Namlı, sizin adınıza kalemin kudretini ortaya koyacak ve şiirleri o yazacak. Sonra onun yanında ki kara kız, derinden ve gamzeli haliyle size gülecek, sabahlara kadar Hıfzı Bey’le bilgisayarın tuşlarını nasılda gagalamıştı. Uykuları kaçmıştı. Göz kapakları uyku ile cebelleşmiş ama yine de “ pes” dememişti. İşte o kara kız, “hım” diyecek… Orta da bir şey yokken, ben geceleri gündüzlerle birleştirmişim, ortaya kocaman bir eser çıkarmışım ama siz, hiçbir şey yapılmamış gibi bakacaksınız ha!” diyecek, size karşı gamzeli gülüşlerini istihzayla yollayacak. Kim mi bu? Vallahi ben değilim. Ama biraz hatırlatmaya çalışayım. Hani sahnede bir oyun oynatmıştı, milleti ellerinden bir birine kördüğüm etmişti de “Çıkın bakalım bu problemin içinden” demişti. Zavallı Yunus Bey, uzun boyuna rağmen kıvrım kıvrım kıvrılıp bükülerek, ellerin arasından, gövdelerin içinden geçmişti. Sonunda herkese “oh” dedirtmişti ya, işte o kız. Adresini vereyim. Hıfzı Bey’in yeni yetmesi Antalya’dan Ayşen YILMAZ…
Bu ekibin çocuk halleriyle, yetişkin ebeveyn tavırları bacı kardeş gibidir. Antalya’da grup başkanı olan Bektaş Hoca’nın adı, Çayeli seminerinde olmayınca merakla Adnan Bey’e: “Adnan Bey, beni hangi guruba yazdın?” diye sormuştu da, Adnan Bey de:” Gurupların selameti açısından seni hiçbir guruba yazmadım” diye cevap verince, Bektaş Bey, kayışı kopmuş Rus beşlisi gibi mazlum tavırlar içinde döşeklere düşmüştü. Bu durumu sezen Mustafa KOCACIK’ın gülmekten bir türlü dudakları kapanmıyordu. Bu Türk Atasözlerini çok seviyorum. “Gülme komşuna, gelir başına” denilmiş ya, sanki bu günleri görmüşler. Bektaş Hoca, İsa ALKAN için beşlik simit gibi yayılarak gülmüştü. Çünkü İsa ALKAN, Aqua Parkta oynarken, kaydıraktan kayıp dirseklerini, kolunu kanadını yoldurmuş, Bektaş Bey’de bunu herkese anlatmıştı. Ama ne anlatış… Bir saat sonra kendi aynı duruma düşmüştü. Ey kurban olduğum Allah, adaletin ne güzel… Tabi bütün bunlar aspirin Leyla AYVAZOĞLU içinde güzel malzemelerdi. Allah bilir, Leyla Hanım bunu, birkaç yıl anlatır. Bütün bunlar, dışarıda ki hayatımızın bir kısmını doldururken, tüm zamanların ablası Hülya MAHMUTOĞLU’nun başkanlığında İzmir gurubu çok çalışıyordu. Bu ekip alabildiğine nazik, inadına terbiyeli, bir o kadarda çalışkan bir ekipti. Ahmet ACEKSE hoca, en çok inekleyenlerden ama hiç yakınmayanlardandı. Adeta her derde deva bir adam. Her gurupta böyle bir adam olmalıydı. Hazırlıklarını coşkun heyecanı ile süslerdi. Bu arada benim başımdan geçen bir durumu anlatayım. 4. Gurubun değerli ve mütevazı başkanı Dr. Süleyman Bey’le ilgili: Çayeli Hizmetiçi Eğitim Enstitüsünün yakının da bir taraftan yürürken, bir taraftan da arkadaşla telefonla konuşuyordum. Karşıdakine,” Dr Süleyman Bey’in gurubu raporu yeni getirdi. Henüz okuyamadım. Yemekten sonra okurum” dedim. Bu konuşmayı dükkânın önünde duran adam duydu ve bana: ” Burada doktorlar mı var? ”dedi ve benim cevaplamama fırsat vermeden:” Dünden beri rahatsızım, bende seninle gelsem, beni kontrol eder mi?” dedi. Ben gülmekle, gülmemek arasında kalmıştım. Bizim Eğitim Bilimleri doktorunu, tıp doktoru sanmıştı. Süleyman ÜSTÜN hocayı o an bulsaydım anlatacaktım. Yoğunluktan fırsat bulamadım. Sonra da unuttum. Bu anı buraya nasipmiş meğer…
Mustafa ÖZKAN, tam bir beyefendi. Sakin yapısıyla sağlam bir profil çizdi. Katkısı inkâr edilemez. Sorumluluk taşıyan, takımı yalnız bırakmayan, bahanesi olmayan bir arkadaşımız.
Ahmet GÖÇ…Yakışıklı Ahmet… Kaportan düzgün diye böbürlenip durma!.. Ölçmeyle, biçmeyle fazla uğraşma!... Algıları genellemek elbette doğru değil. Spor salonunda “Sporu sevenlerle” ilgili bir araştırma yapınca çıkan sonuç yüzde yüzdür. Ama bu Türkiye’de herkes yüzde yüz sporu seviyor anlamına gelmez. Eleştirinde haklıydın ama alacağın yoktu. Sen kitap, gazete, dergi, mergi oku… Çocuğun mocuğun sözüne kulak asma. İkimizde biliyoruz ki, ölçemediğin bir şeyi değerlendiremezsin vesselam…
Turan ŞEN hocamın ressam hikâyesi ‘taşın gediğe oturduğu’ andı. Çok duymuştum ama bu kadar etkili olduğu anı yeni yakalamıştım. Zeynel GİRENTE hocanın yaptığı katkı inkâr edilemez. Bu alanda bizlerin işini fazlasıyla kolaylaştıracak. Yasin hoca Afyon’da ki uygulamaları ve dikkat çekilmesi gereken noktaları çok güzel ifade etti. Hazırladığı çalışma da yol gösterici özellikler içeriyordu. Arkadaşların işine çok yarayacak olan noktaları ve hangi konuların birbirini takip etmesi gerektiğini; Sosyal Medya ile Etik başlıklarının birbirini tamamlaması özelliğinden dolayı birleşik verilmesin hususunda uyarı yapması anlamlıydı.
Necip TOKYAY hoca adı gibi karnı da, gönlüde tok bir eğitimci. Bir o kadarda sosyal bir insan. Antalya’da Leyla AYVAZOĞLU;” Necip Bey, koskoca arabayla gidiyorsun, beni de Alanya’ya kadar götür” demişte, “Olmaz!..” diye cevaplayınca Leyla hoca arkasından içinden geldiği gibi okumuş!.. O kadar etkili okumuş ki, Necip Bey, elli metrelik uçuruma uçmuş!... Dönüşte Leyla Hanıma bu kaza ile ilgili açıklama yaparak. “Geçmiş olsun” sözlerini duymayı beklerken, bizim aspirin Leyla ne dese iyi. Bende tahmin edememiştim ama O,” Allah’ın sopası yok ki vursun. O böyle vurmuş işte…” Ve Necip Bey beklemediği bu cevap karşısında aynen abandone olmuş boksör gibi kala kalmış…
Hıfzı Bey’i anmamak olur mu? Kendisinin yaptığı ve cebinde gezdirdiği “Newton Çarkı’nı” göstererek, Güzelyayla Köy öğretmenliğinde geçen çile yüklü günlerini güzel ve akıcı üslubuyla anlatırken” Çalınacak diye korkardım ve kapımı kilitlerdim” demesi herkesi güldürürken, beni düşündürmüştü. Bende okulumun tahtası yoktu ve düğün sofrasının ayaklarını keserek, baca kurumu ve yumurta akı ile kara tahta yaptığımı hatırladım. İlk yazıyı yazmak için sabahı heyecanla beklemiştim.
Bu bizim çocuklar harikaydı. Aklımıza gelmeyen bir gerçek durum, genç kardeşim Yunus Bey tarafından dile getirildi. Engelli öğrenciler için yapılması gerekenleri güzel bir şekilde açıkladı. Kalbimden teşekkürlerimi yolladım. Özürlü olmak kişisel, sorun toplumsaldı. Bunu nasıl unuturuz? Kendimce hayıflandım.
Yeni karşılaştığım değerli arkadaşlarımız da vardı. Aysevin İNAL hoca için, “Köşk’ten geldi” diye takılırlardı. Aydın’ın Köşk İlçesi şube müdürü arkadaşımız ismi ile müsemma, ağır ablalardandı. Abla dediysem de siz inanmayın. Yaşı bizden küçük ama tavrı köşklü gibiydi.Kumaşı farklı arkadaşlarımızdandı. Elazığ’dan Cengiz BATMAZ, Yakup YILDIZ ve Yasef KAYA beyler doğdukları yerin havasını veren yiğit arkadaşlarımdı. Cengiz Bey’le arkadaşlığımız Erenler şehri Kastamonu’da başladı. O gün bugündür kalben seviyorum. Yakup Bey, okumaya meraklı bir arkadaş. Değerlendirmeleri orijinal… Bu kadar önemli arkadaşlarla niçin geç tanışmışım? Bu yüzden kendime ve zamana kızdım. Ben, Yakup ve Cengiz Beylere; ” Türkiye’yi baştanbaşa yok edin, Harput ayakta kalsın, Bu aziz Harput kültürü yeni bir Türkiye yaratır” demiştim. Yine aynı kanaatteyim. Cengiz ve Yakup hocalar Okumaya meraklı, öğrenmeye açık, kibrin zerresi yok. Van’dan katılan Muzaffer Hocam, depremin vurduğu güzel Van’ı anlatırken, iki büyük depremin mağduru olan benim gözlerim doluyor. Muzaffer Hocam anlattıkça yanıyor, ben sönüyorum. Verdiği deprem dışı eğitim bilgileri hayranlığımı artırıyor. Analiz etme kabiliyetine, ilişkiler kurma ferasetine bayılıyorum. Bu deprem felaketi dinleyenleri duygulandırıyor. Marmara depreminde olduğu gibi yabancıların yardım adı altında reklama boğulmuş kilise destekli davranışları her zaman öne çıkmıştı. Küresel güçlerin fırsatı ganimet bilerek koşmalarına asla itibar edilmemelidir. Onlar, tarihi görevlerini yerine getirmeye çalışan kimselerdir. Bunlar, her devirde içeride yerli işbirlikçi bulmakta zorlanmamış, ekonomik olarak desteklenen kültürlü (!), dost (!) ve dünyayı tanıyan hayranlar topluluğu oluşturmaya da yol yordam bulmuşlardır. Adıyaman’dan Bekir hocam sorulmadan konuşmayan, konuşunca dinleten ağır, olgun bir arkadaşım olarak hafızama kazıdım. En öne çıkan meziyeti samimiyetidir. Tıpkı Zeki HALİSOĞLU gibi kendisini ülkesine adamış bir arkadaşımızdır.
Gençlere fırsat verilmesi bu çalıştayın en önemli özelliğidir. Çoğu arkadaşımın adını bilmediğim için yazamıyorum. Ancak Dilek ŞAHİN için birkaç söz söylemeliyim. Dilek Hanım, kürsüyle kırk yıllık arkadaşmış ta bizim haberimiz yokmuş. Açıklamaları, sıralaması, hitabeti fevkalade yerindeydi. Bu salonda devler vardı. Çoğuna fırsat düşmedi. Ancak Dilek devler içinde “var olduğunu” ispat etti. Ayşe Suna SÖZGEN, Giriş kapısının ağzında. Benim yanımda duruyordu. Meğer kürsüye çıkacakta zaman kazanmak için kısa mesafeyi seçmiş. Bu berrak bir aklın işareti. Kapılar değil, sen bu halinle iğne deliğinden bile geçersin. Bu kız yorulur mu? diye sorsanız, alacağınız cevap “cık” olacaktır. Genç, atak ve tam bir takım oyuncusu… Sunumunu süsleyen dalgalı ses tonu ve yüzüne yansıyan heyecanı ahenkli bir bileşendi. Kürsü de güvenli duruşu hiçte küçümsenecek bir durum değildi. Takımda iyi bir yol arkadaşı görüntüsü çizdi.
Lüleburgaz ‘dan Mehmet Sadık bey, Türkiye’nin ilk bilgisayar öğretmenlerinden… Eleştirileri yabana atılacak cinsten değildi. Ama kadere bak ki ruhsuz makinaya hatır geçmiyor. Aslında söylediklerine ben katkı vermek isterdim ama konu çok uzayacaktı. Bizimde uzun zaman harcama gibi lüksümüz yoktu. Ancak maksat hâsıl olmuştu. “İnsan bunu neresinde?” Bu konu yoksulluk sınırında yaşayan irfan ordusunun subayları olan öğretmenlere sorulmuştu. Bir makine, bir maaştan fazla ise düşünmek lazım değil mi? Tıpkı Bolu’lu şair Dertli gibi, Telli sazdır bunun adı/ Ne hoca dinler ne kadı/ Şeytan bunun neresinde… diye uzun şiirden sonra aforoz edilmişti. Şimdi de Mehmet Sadık Bey’e aynı şeyleri söylemek için can atanlara, Aleksi CARREL’in, İnsan Denen Meçhul, ya da S. Ahmet ARVASİ’nin, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz adlı eserlerini tavsiye etmek en kısa yoldur. Mehmet Sadık Bey, güzel üslubu ile adeta resital yaptı. “Ben çocuğumu özledim ama anasının kucağında” demesi müthiş bir final cümlesiydi.
Kahraman Çorum topraklarından yola düşen Mustafa FUÇULAR Bey, eğlendiğimiz gece ne güzel oyunlar oynamıştın. Ya Mustafa Bey, halayda varsın. Zeybekte Yasin Beyin karşısındaydın. Damat halayını da beceriyorsun. Bar oynarsın. Horun tepersin. Necip Bey gibi her makama aynı figürleri de sergilemedin. Senin bilmediğin oyun yok mu? Anadolu’yu baştan başa temsil ettin. Seninle gurur duydum. Ecnebiler danstan asla taviz vermiyorlar. Sen bizim kanımızı kaynattın. Sosyal alandaki uyumun ve becerilerine laf söylenemez. Dersleri de asmadın. Gözümüzden kaçtı sanma. Leyla Hanım bütün resimlerini çekti. Böylece tarihe de geçtin. Daha ne istersin. Senin gibi oynasam ortadan çıkmam. Şaka bir yana biz mozaik değil, Türk’ün gönül dünyasından fışkıran kilim desenleriyiz… Tanzimat döneminin “ikiliğine” dönmeye gönlüm razı değil. Mozaik olanlar şimdi parça parça, yaralı, küçük, yıkılmış ve başları efendilerinin zulmünden kurtulmuyor. Tıpkı milli devletler içinde “çok kültürlülük” oluşturmak, “çok dillilik yaratmak” gibi mozaik kavramı da, yerli işbirlikçilere, küresel güçlerin verdiği çözülme sürecinin anahtarıdır. Bu anahtarı onlardan aldın. Anadolu’yu oyunlarınla nakış nakış tıpkı bir kilim gibi süsledin. Bunu o gecede gösterdin. Hayranlar listene beni ekleyebilirsin. “Ekledin mi? diye, sorarım haberin olsun.
Bu bizim aspirin Leyla AYVAZOĞLU’na resim falan çektirmeyin. Dergilere kapak olmuş Uzungöl’de karın buzun resimlerine benim resimleri ekledi. Daha çok gülünç durumlar yakalayacaktı da Allah’tan makinanın şarjı bitti. Koskoca Timisvar Köprüsünde farkında olmadan arkası dönük yürüyen İhsan Bey için:” “Alırım başımı giderim İhsan”, Doğan Bey içinde,” “Dur bir poz vereyim Doğan” lakabını yapıştırdı. Mustafa Bey için ne der, şimdilik belli değil. Serkan Erzurum’dan gelmiş. Tayin imkanı varken, çocuğu öğretmeni ile iyi diye gönüllü vaz geçmiş. Olsun orası da vatan toprağıdır. En sevindiğim şey duyduk duymadık demeyin; Serkan topu tüfeği bırakmış… Artık av yok. Buna çok sevindim. Gece saat 2’de çorbacıdayız. Konuşuyoruz. Baktım ki, Serkan Bey’de sevinmiş.
Şu an zıtlıklar içindeyim. Teknolojik yatırımlar 30 yıl öncesinden başladı. Artarak devam ediyor. Ama eğitim nitelik olarak nerelerde?... Bu bende kalsın… Bizim garip hallerimiz de yok sayılmaz. Bazen teknolojik olmayan sorunlarımızı, teknolojiyle çözmeye çalışırız. Bazen de sosyal bilimlerdeki sorunları, fen bilimleriyle çözmeye çalışırız.
Bu Anadolu’yu çok seviyorum, çokkk… Bu kadar mümbit arazide ne yetişmez ki… Hep fındık, fıstık, arpa, buğday ya da sebze meyve familyası değil, güzel insanlarda yetiştirmiş. İçimden yurdumun selameti için dua okuyorum. Birçok yetenek bir araya gelmiş, kafa kafaya vermiş, bacı kardeş çalışıyorlar. Ufuktaki dağa tırmanmak için uğraşıyorlar. Ey muhterem öğretmenler, siz ne güzel emekler harcıyorsunuz da hükmünüz altın dişli kasaba politikacısı kadar değil, hele hele mercedesli ilkokul tahsilli müteahhit kadar hiç değil. Onların yaptıkları kırk elli gün içinde boy verip çıkıyor, sizin yaptıklarınız bir ömür sonra ancak belli olabiliyor…
Çayeli’nden ayrılırken hüzün bana arkadaş oluyor. Adnan Bey’i son dakikaya kadar bekledim. Uçağım kaçacak diye arabaya zor yetiştim. Yüzünü gördüğüm arkadaşlarımda üzgündü. Karışık duygular içindeydim. Trabzon’da uçağa bindim, Ankara’da indim . Nasıl geldik hatırlamıyorum. Aklım Çayeli’nde kaldı. Daha sonra bazı arkadaşlarımın yol kazalarını duydum. Hepsine acil şifalar, hayırlı günler dilerim. Fehimdar ÇİFTÇİ



Not: Devamı var. Ama şimdilik bu kadar…. Herkese selamlar. FÇ/Ankara 05/12/2011

23 Kasım 2011 Çarşamba

NEWTON ÇARKI



Newton Renk Çarkı
(Öğretme, teknolojiyi kullan öğrenmeyi sağla)

Yıl 1970. O yıllarda şimdiki Fen ve teknoloji dersi, Fen ve Tabiat Bilgileri adıyla anılıyordu . Öğrenciler de İlgi Grupları ile Çalışma yöntemine yer vererek dersleri kendileri aktif olarak işlemekteydiler. Öğretmen de; öğrenci sunumlarından sonra eksik kalan ya da gelen sorulardan anlaşılmadığı düşünülen konular olduğunda küme çalışması sonunda o konuya değinirdi.
Küme konusunu aktardı. Ünite konuları arasında Newton Çarkı da vardı. Konuyu hazırlayan öğrenci (ders kitabını esas alarak) yaklaşık olarak : Öğretmenim “… Işık, prizmadan geçirildiğinde yedi renk gözlenir. Dönen bir çarkın üzerine renkler uygun şekilde yerleştirildiğinde çark belli bir hızla döndürülürse bu yedi rengi beyaz olarak algılar ve öyle görürüz. Bunları Newton söylemiş ve ispat etmiştir.” Şeklinde bir sunum yaptı.
Sınıfın bir üyesi olarak derse –dinleyerek- katılıyordu. Öğrencisi anlatırken, içinden ; ‘’Tamam anladım da? Hadi açık mavi, açık pembe vb. renkler beyaz gibi görünebilir. Ama ya bu kırmızı, mavi, mor nasıl beyaz görünür?’’ diye geçirdi. Sınıfa bir göz attı. Herkesin gözünden: “beyaz olur” sözüne “Hadi canım sende?” itirazlarının geldiğini okudu. Birden konuyu aktaran öğrencisine destek olmak ihtiyacı hissetti. Konuya:
—Ne olurmuş? Sorusu ile girdi.
— Beyaz olurmuş, öğretmenim!
—Nereden biliyorsunuz?
Öğrenciler şaşkın:
— Eee! Sen dedin, öğretmenim.
— Başka?
— Newton dedi.
— Başka?
— Hatice dedi.
— Başka?
— Kitap da yazıyor.
— Aferin.
— Demek ki ne olurmuş?
—Beyaz olurmuş, öğretmenim! (Bu ses koro halinde geldi).
Ders bitti, huzursuz. Bu renkler gerçekten beyaz olur mu? Diye kendi kendisi ile tartıştı. Tamam, açık renkler olabilir canım da ya koyular kırmızı yeşil nasıl beyaz görünür diyordu. O güne kadar ne ilkokul öğretmeni; ne ortaokuldaki öğretmenleri ne de öğretmen okulunda bu konunun deneyini yapmamışlardı. Ona da öğretmenleri onun şimdi yaptığı gibi, Newton beyaz olduğunu kanıtlamış demişlerdi. Ama bu söylem tereddütlerini giderememişti. Bu kuşku öğrencilerinde de vardı. Hem kendi kuşkusunu hem de öğrencilerinin kuşkusunu gidermeliydi. Ama 1970 yılı koşullarında Newton çarkını deney veya gözlem yoluyla öğrencilerine anlatabileceği araç ve gereci yoktu. Ya da onu ispatlayacak bir düzenek aklına gelmiyordu.
—Beyaz olur, dedi. O günlük, orada bıraktı.
Aradan birkaç gün geçti. Hafta sonu, komşu köylerden birinin düğüne okudular (davet ettiler). Olur, dedi. Hediyesini aldı. Yanında köylülerle vardı düğün yerine. 32 köyden iki tanesinde okul; bu iki okulda da birer öğretmen vardı. Düğüne diğer köydeki öğretmen arkadaşı da gelmişti. Selamlaşıp sohbete başladılar. 32 köyden gelen tüm konuklar neredeyse düğünü bırakmış, iki öğretmenin sohbetine dalmışlardı. Herkes bu iki öğretmenle ilgili iken düğüne gelen tüm çocuklar da köylülerden birisi ile (Horhorcu Recep) ilgiliydiler. Recep’in elinde, içinden ip çıkan bir ceviz ve üzerindeki tek kanat pervaneye benzer bir oyuncak vardı. İpi çekip bıraktıkça, pervane bir sağa bir sola hızla dönüyor; dönerken de hooooor hooor diye bir ses çıkarıyordu.
Beyninde yüzlerce sinir ucu birbirleriyle iletişim kurdu. Bunu Newton çarkı olarak kullanabilirdi. Yanındakilerden özür diledi. Hızlıca ayağa kalktı. Horhorcunun yanına vardı. Recep’i kısaca övdü. İncelemek için bir horhor istedi. Oracıkta dikkatlice inceledi. Aradığı, düşünüp düşünüp çıkış yolu bulamadığı; kendisine gerekli olan teknolojik araç en gerekli olduğu zamanda, bir dağ köyünde karşısına çıkmıştı. Horhorcuya;
—Satsana bana da bir tane!
Horhorcu şaşkın ve biraz da önemsendiğinin farkında.... Tüm konukların gözü de üzerlerinde:
—Ne yapacan, öğretmen?
—Gerekli usta ! Ver bir tane de bana ver.
—Valla! Öğretmenler çocuklarla uğraşa çığrışa çocuk olur derlerdi. Baak doğruymuş!
— Uzatma, kaç liraysa söyle bir tane ver. Recep cebinden iki horhor çıkardı.
— Yaa bu Güzelkaya’nın öğretmeni iyi adam be! Diyerek verdi. Israr fayda etmedi. Para falan da almadı. Osman öğretmen de meraklandı.
— Ne işe yarayacak bu? Diye sordu.
— Newton çarkı olacak; onu anlatacağım çocuklara.
— Harikasın! Denedikten sonra benimle de paylaş.
— Hay hay öğretmenim! Elbette.
O gün, akşam zor oldu. Gün bitmek bilmedi. Güneş batana kadar, düğün sahibine ve düğüne birlikte gittiği arkadaşlarına ayıp olur düşüncesi ile düğün evinden ayrılamadı. Güneş Akkaya’nın arkasına dolanınca, düğün sahiplerine hem kendi hem de köylüleri adına:
—Hayırlı olsun! Mesut yaşasınlar! Dileğinde bulundu. Ve:
—Bize izin, dedi.
Osman öğretmenle de karşılıklı;
—Birgün bizi de onurlandır. Bekleriz. Diye vedalaşıp, Güzelkaya yoluna dizildiler. En önde kendisi koşar adım… Köylüler:
—Öğretmen! Evde bekleyenin, köyde yol gözleyenin mi var? Bekâr adamsın. Ağırdan al Allah aşkına!
Takılmalarına cevap vermedi. Horhoru nasıl Newton çarkına dönüştürecek onu tasarlıyordu.

—İyi geceler öğretmen! Seslenişleri ile iki saatlik yolu doksan dakikada bitirerek köye geldiklerini anladı. Tüm yol arkadaşlarının ayrı ayrı ellerini sıktı.
—İyi geceler! Diledi.
Birkaç köylünün eve konuk olarak davet etmelerini de teşekkür ederek kabul etmedi. Kestane ağacından; hiç metal çivi kullanılmadan, geçmeli olarak yapılmış ve kendisine tahsis edilmiş; tek odalı, petrol lambalı, gazocaklı evine geldi. Karanlığı, “muhtar çakmağı’’ ile aydınlatmaya çalıştı. 12 Numara şişeli petrol lambasını buldu; ıslattığı bezle iyice sildi, kuruladı ve yaktı. Köylülerin kendisine hediye ettikleri açılır-kapanır, ağaç sandalyesine minderini yerleştirdi. Yine kestane ağacından yapılmış masasının biraz yükseğindeki -tahta duvardaki- ağaç çiviye lambayı astı. İspirtoyu gövdesindeki minik çanağına dökerek gazocağını yaktı. Çaydanlığı üzerine koydu. Horhorun ipini çekip bıraktıkça bir sağa bir sola dönüşünü büyük bir keyif içinde izledi. Horhoru inceledi. İrice bir cevizin enlemesine ortasından aşağıya doğru 4mm.lik bir delik ile bu 4 mm’lik delik ile dik açı oluşturacak şekilde 2 mm.lik bir delik daha delindiğini, 4mm’lik deliğe pervanenin delik kalınlığındaki çubuğunun takıldığını, bu çubuğa da yan delikten gelen ipin bağlandığını gördü. Halkın yaratıcılığı umudunu artırdı.

Birinci hamur beyaz kâğıdın çok zor bulunduğu günlerdi. Kitaplarına baktı. Kıyamazdı ama beyaz kâğıt gerekliydi. Öğretmen okulunda okudukları sosyoloji kitabının arka kapağı en beyaz olanıydı. Eline aldı; birkaç kez evirdi, çevirdi. ‘’Yaralı portakal’’ hikâyesi geldi aklına. Kıyamadı, kitabı elinden bıraktı. Bir süre gazocağı ve çay ile ilgilendi. Ama keşfetme isteği içini kemiriyordu. ‘’Sosyoloji kitabım seni ciltleyeceğim’’ Sözünü verdi. Bu diyalog hoşuna gitti. Kitabında mutlu olacağını düşündü. Hatta şöyle algıladı. Sosyoloji kitabı: ‘’Hadi başla!’’ diyordu. Başladı. Kitabın arka kapağını özenle kesti. Pergel ile dairesini çizdi. İletki (açıölçer)yi kullanarak renklerin dilimlerini belirledi. Çok önceden gazoz kapakları içine kendi hazırladığı suluboyalarını çıkardı. Atın kuyruğundan yaptığı fırçalar ile çarkı renklerine boyadı. Doğal olarak kurumasını bekleyemedi. Petrol lambası ısısından yararlanarak kuruttu. Hafif buruşmayı gidermek içinde kömür ütüsünü gazocağında ısıtarak, boyadığı kartonu iki kâğıt arasında ütüledi. Tutkal ile horhorun (ceviz çark) üzerindeki pervaneye yapıştırdı. Bir süre kurumasını bekledi.




Ama dakikalar geçmek, tutkal da kurumak bilmiyordu. Yelkenli marka küçük yuvarlak aynayı masaya yerleştirdi. Horhorun ipini çekip bırakarak kısa bir deneme yaptı. Hızlandırmaya başladı. Çarkın hızı artıp beyaza yakın rengi yakaladığı anda kalbi duracak gibi oldu. Hiç kilitlemediği oda kapısını o gece kilitledi. Bu renk algısını sanki Newton değil de kendisi icat etmiş gibi sabaha kadar uyuyamadı.

O gecenin sabahında, güneşin sandığından daha parlak doğduğunu gözledi.Tıraşını oldu. Sarı bakır musluk taktırdığı tenekedeki su ile elini yüzünü yıkadı. Koşar adım okula gitti. O güne kadar hep öğrenciler önce gelir, kendisi sonra giderdi. O gün öğrencilerini o karşıladı:
—Günaydın Ramazan! Hoş geldin!
—Hatice günaydın! Hoş geldin! Diye hepsini selamladı. Daha sonra sıra olup andımızı okudular. Sınıfa girdiklerinde kısaca Dünyadan, ülkeden, köyden günlük olayları konuştular.
İçi içine sığmıyordu:
—Çocuklar geçen gün Newton çarkı üzerinde konuşmuştuk.
—Eveeeet öğretmenim!
— Peki, Newton ne demişti, kim tekrarlayacak bize? Bir iki parmak havaya kalktı, birisi Ramazan.
— Ramazan söyle bakalım!
—Öğretmenim “… Işık, prizmadan geçirildiğinde yedi renk gözlenir. Dönen bir çarkın üzerine renkler uygun şekilde yerleştirildiğinde çark belli bir hızla döndürülürse bu yedi rengi beyaz olarak algılar ve öyle görürüz. Bunları Newton söylemiş ve ispat etmiştir.”
—Ama siz pek inanmamıştınız değil mi? Ben de öyle diyemedi. Sınıfta gülüşmeler oldu.
—Peki, herkes arkasına yaslansın bakalım!
Meraklı gözler eşliğinde, masanın üzerindeki torbadan gece hazırladığı ceviz çarkı çıkardı. Çarktaki renkleri izletti. Tek tek renklerin adlarını sordu. Cevaplarını aldı. Ve çarkı döndürmeye başladı. Beyaza yakın rengi yakaladıklarında tüm öğrencilerinin gözlerinin yuvalarından fırlayacakmış gibi olduklarını gördü. Sanki öğretmenleri sihirbazlık yapıyordu. İzledikçe, bir daha öğretmenim, bir daha diye talepler yükselmeye başladı. Bir daha, bir daha… Birkaç kez daha hep birlikte denediler. Eğitim çalışmalarında araç kullanmanın değerini ve teknolojinin kıymetini o gün keşfetti. Yeni öğrenmelere yelken açabilmenin çok önemli bir sırrına ermişti. O günün teknolojisi horhoru Newton çarkı olarak kullanabilmekti. Ama bugün, o konuda sınırsız ve uçsuz bucaksız okyanuslar var elimizde. Bilgisayar var. İnternet var. Ne olur teknoloji kullanmanın cimrisi olmasın öğretmenlerim.

20 Kasım 2011 Pazar

ÖGRETMEN SÖZCÜĞÜ BİLİMSEL TUTUMA SAHİP OLMAYI DA İÇERİR.

Çok doğal gibi görünen bir olgunun l630'lu yıllarda kopardığı gü¬rültüyü bugünün insaninin söylediği kadar tam kavrayabilmesi pek ko¬lay olmuyor. Bilimin ulaklığı noktada pek çok kişinin vanında Galileo'nun da büyük rolü olduğu bir ger¬çek. Galileo'nun "Herşeye rağmen dünya dönüyor" sözü vaptığı işe saygı duyan her insana örnek olması gerekir diye düşünmüşümdür.
Galileo'nun yaşamı bulunan doğruların söylenmesinin engellenmemesi gereğine de iyi bir örnektir. Yönetenlere de yönetilenlere de bu örnek mesaj oluşturur. Yine Galileo'nun yaşamı bilimsel tutuma sahip olabilme, bu tutuma sahip insanlar yetiştirebilmenin gereğine de örnek oluşturur
Dünyanın döndüğü gerçeğini her duyduğumda hem bir coşkuyu hem de bir utancı birlikte yaşarım. Bunun “ insan ol¬ma” özelliğinden kaynaklanan bir olgu olduğunu kavrayana kadar da epey huzursuzluk çekmişimdir. İnsanoğlu yaşamını sürdürür¬ken değişik sorunlarla karşılaşır. Bu sorunların üstesinden gelebilmek içinde yoğun bir uğraş verir. Kişi düşünebilme becerisini kazanabilmişse, bu so¬runların pek çoğunun üstesinden gelebilmekte zorlanmaz.. Tersi durumun vardığı durak başarısızlıktır. Mavi gezegenin hangi köşesine gidersen git uygun koşullarda 2 hidrojen 1 oksijeni birleştirdiğinde elde edeceğin sonuç kadar kesinlik taşır bu tespit de.
O zaman İnsan için uygun koşul faktörü devreye girmelidir. Nedir bu iş diyen olmaz ama ben eğitim diye söyleyivereyim yine de. İnsanları sorunlar karşısında başarılı kılmak birilerinin önemli görevi olmalıdır. Bu görevi söylemiş oldum az önce. İşte eğitim dediğimiz şeyin bunu sağlayabilme bilmesi, okulu hayatın kendisi durumuna getirebilmesine bağlıdır. Okul; bireyin toplum içerisinde yaşantısını sürdürürken sorunlarını çözebilme konusunda beceri kazandırabilirse görevini yerine ge¬tirebilir olur. Okulun başarısını değerlendirme de bu becerinin kazandırılması da eğitimin mihengini oluşturur.
Bu yaklaşım; bireyi sorumlu, özgür, yaratıcı, girişken ve teknoloji kullanan kıl¬manın da ön koşuludur. Bunun anlamı da öğrendiğinin içselleşmesidir. Zira kişi karşılaştığı sorunları çöz¬dükçe özgüveni de artar. Kendi kendisine, kendini yönet¬me konusunda bağışıklık kazanmış olur.

Okul çocuğa bilgi “kazandırırken “bu bilginin salt kuramsal olarak verilmesi ile kalmamalı, bu bilginin doğruluğunu kanıtlama konusunda da kişiye deneme olanakları tanımalıdır. Bu olanak tanınmadan kazandırılacak bilginin pek fazla bir anlam taşımayacağı gelinen 1991 yılında artık tartışmasız herkesçe de kabul edilmektedir. Kabul edilmesine kabul edilmektedir, ama hala kapağı açıl¬madık fen dolapları, raflarda duran deney araç ve gereçlerim ummak isterim ki senaryonun süsü değildir. Fen laboratuvarlarının sayısı az değildir. Bu araçlar çocuğa “öğrenmesini” istediğimiz şeyi kanıtlama fırsat ı yaratmalıdır.
Bu tarz bir çalışma düşünebilen, akıl yürütebilen insanların sayısının çoğalması sonucunu doğuracaktır ki “ Ben “bunu istiyorum. Bunun sağlanabilmesi önce öğretmenin bilimsel tutuma sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Okulun görevini yerine getirebilmesi; hem yönetim ve hem de öğretim kadrolannın bilimsel tutumlu olması ile mümkündür. Demokrasinin yerleşmesinden, yaşam koşullanın iyileştirilmesine kadar pek çok sorunun sağlıklı çözüme kavuşturulmasının gizi; bu iki söz¬cüğün taşıdığı anlamdır. Bu gizin illegaliteden kurtarılacağı günleri görecektir yurdum.
Bilimsel tutuma sahip kişi: sürekli olarak incelemeci, araştır¬macı bir yaklaşım içerisinde bulunur. Beyninin kapılarını ye¬ni keşiflere açık tutar. "Fikri Sabitlik” içerisinde değildir. Bilgiyi deneme eğilimindedir. Dünya’ya hep siyah yada hep beyaz olarak bakmaz. Başka renklerin de arayışı içerisindedir. Yaşamı mutlakalar üzerine oturtmaz. Bilir ki mutlakalar üzerine inşa edilmiş görüş ve düşünceler de mutlaka yanlışlar vardır.
Bilimsel tutuma sahip kişi tez, antitez ve sentez süreçlerini kapsayan bir yöntemi kullanma kararlılığındadır. Her teze bir antitezle yaklaşır. Bu çelişmeden, bunlar arasındaki tartışmadan bir senteze ulaşır. Ulaştığı bu sentezi de bir tez olarak kabul eder. Onun da bir antitezi olduğunu düşünür. İla nihaiye bu yöntemi kullanır. Gerçeğe yaklaşmaya çalışır. Bu vöntemi kullanabilen birisi de herhalde doğruya daha yakın duracaktır. Tamamda Kişi salt bu yöntemle de kendisini sınırlamamalıdır. Tümden gelim ve varım yöntemlerini de beyin gelişimine yapacağı yatırımlar olarak görmelidir. Gözleme de önem vermelidir. Zira bilim görülebilen, gözlenebilen durumlardır. İleri sürülen tez ile gözlem sonuçlan tutarlılık gösterirse tez değer kazana¬caktır. Bilimsel tutuma sahip olma özelliği, öğretmen de bulunması gereken tek özellik de olamaz. İnsan yetiştirme işiyle uğraşan kişi de bu özellik tek basma elbette yeterli değildir. Ama bulunması da olmazsa olmaz bir özelliktir. Ama bu özelliğin yanısıra öğretmende ; bu özelliği öğrencilerine davranış olarak kazandırma kararlılığı da bulunmalıdır.
Bu özelliğin kazanılabilmesi, bu özellik ile özdeşleşilebilmesi ilk günden itibaren öğretmenin bu ka¬rarlılık içerisinde bulunması ile mümkündür. İnsanoğlu bu tu¬tumu binlerce yıllık birikim, binlerce yıllık tecrübe birikimine rağmen henüz talimatsız gösterebilir değildir. Gösterebilir olması kolay olarak da algılanmamalıdır. Bizi Fırat’tan Harran’a kadar iğne ile kazılacak bir tünel projesi beklemektedir.
Öğretmenlerimiz de bu tutuma sahip olanların sayıları art¬tıkça, coğrafyamızın gelişmişlik düzeyi de geometrik bir artış gösterecektir.
Hıfzı Yetgin/1991 Şanlıurfa şimdi Burdur.

19 Ekim 2011 Çarşamba

İNTEL HİKAYEMİZ

Yazar : Fehimdar ÇİFTÇİ

Ankara Eğitim Müfettişi

İNTEL HİKÂYEMİZ

Ankara’ya çağrı yazımı almıştım. Her zaman gidip geldiğim Ankara bana yabancı değildi. Üniversiteyi de orada okumuştum. Hem de gideceğim yere çok yakındı. Milli Eğitim Bakanlığı Teknolojiler Genel Müdürlüğü… Bildiğim bir yer olduğu için pek heyecan duymamıştım. Benim kafamda, Ankara’nın dışında bir yer olsaydı daha iyi olur düşünceleri geçiyordu.
Ankara’ya yaptığım iki saat on beş dakikalık yolculuktan sonra, doğru Teknolojiler Genel Müdürlüğüne gittim. Otomatik bir kapıdan geçtim ve kendimi uzay üssü gibi bir odanın içinde buldum. Hem şaşırdım hem sevindim. Şaşırdım, çünkü alışılmış seminerin dışında bir hava hissettim; herkesin oturacağı yer belli, herkesin kullanacağı bilgisayarı masada hazırdı. Sevindim, çünkü devletim beni önemli görüyordu…
Az sonra hocalarımız geldi. Hoca dediysem kelli felli birilerini anlamayın, biraz tıfılca, memur kalıbında zayıfa yakın kilo, orta ile uzun arasında boy, ceketli, kravatlı ve terbiye ile giyilmiş yani uçuk kaçık olmayan takım elbise… Bu elbiselerden de mütevazı hal akıyor… Çağrılan arkadaşlarımın hepsi gelmişti. Ciddi bir düzen içinde Atatürk ve vatana hizmeti dokunan şehitler ve büyükler için saygı duruşunda durduk. İstiklal Marşımızı söyledik. Usulden olduğu gibi öyle fersiz sönük ve resmi işlem yerine gelsin diye değil, Akif’in yazarken duyduğu heyecana yakın bir duygu seli içinde söyledik. Oturduk. Bu intel hikâyesi baştaki ciddi seremoniden de anlaşılacağı gibi entel hikâyesine benzemiyor. Öğretmenlerimiz kendilerini tanıttılar. Adnan Yazgı ve Harun…. Allah var; ikisi de genç, ikisi de yakışıklı… Ah hocalarım ah…. Sizi üçüncü sınıf sokak kabadayısı bir adam görse ilk diyeceği şey; Bu aslanlar, mevsimin bu vaktinde ne işleri var in-telle, çık- telle. Küçük bir oda ve makinelerin içinde tuşlarla muşlarla oynayacaklarına, salacaksın en harbi meyhanelere, en cazibeli kızlar peşlerinde dolanacak ve racon kesecekler… En hatırlı yosmalarla gününü gün edecekler.. Bakın delikanlılar, bu bilgisayar dediğiniz makineye hatır geçmez, ama biz delikanlı halinden anlar, en hatırlı, hatır kesersiz… Ama sokak adamı ne düşünürse düşünsün, onların yürekleri Türk Milleti’ne hizmet aşkıyla dolu. Bu sebepten olacak ki fark yaratan kişi oluyorlar.
İntel’e başlamıştık… Tereddütler içinde elimiz tuşlarda ama kafamızın içinde karışık düşünceler var. Dersler ilerledikçe kafamız karışıyor, karıştıkça sorulara sığınıp hocalara soruyoruz… Ama karışıklık dört nala koşarken, zihnimiz darmadağınık bir hal içinde yorgun kalmıştı. İçimizden bu işin zor ama başarılmayacak kadar da zor olmadığına kendimizi inandırmaya çalışıyorduk. Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü şimdiye kadar gördükleri kalıpların dışında bir seminerdi. Şaşkındık, çünkü elektronikle sonradan tanışmış bir kuşak olarak yaşıyorduk. Her zaman içinde olmasak da bir şekilde bulaşmıştık. Çocuklarımız bizim gibi değildi. Onlar bu elektronik araçların ortamına doğmuş, çoğunun oyuncağı bile teknolojikti. Zavallı bizim kuşak… Sonradan görmede olsalar, inadına idealist, inadına delikanlılar. Bizim kuşak fabrikasyon işi oyuncaklar bilmezdi. Oyuncaklarımız bile çamurdandı. Ama biz oynardık. Oynarken yanımızda Aliler, Ayşeler Fatmalar, Osmanlar vardı. Oyuncağımız yoktu ama yalnız değildik. Oyuncakları yapar, oyunları kurar ve kurgulardık. İbn-i SİNA, on üç yaşında oyun oynarken, bir adam,”Utanmıyor musun çocuklarla oynamaya” demişti de, İbn-i SİNA ona “ Hayır, o işimin, bu da yaşımın gereği” demiş ve adamı soluksuz bırakmıştı. Ha… “o” dediği ise tıp ilminin zamiridir. Bu iş pedagojinin temelinde saklı bir sözdür, taklit değil, orijinaldir. Zira İbn-i SİNA gibi bir dahi ve deha adamı taklit yapar mı? Yapmaz… Zira deha taklidi sevmez… Onu taklit eden batılı adam ise, taklit etmiş ama güzel de söylemiş… Piaget, şu sözü bizim için söylemiş olabilir: ”Çocuk, oynaya oynaya akıl denizine ulaşır” Biz akıllı olmasak çamurdan saraylar yapabilir miydik? Oyunlara kural koyup, sonra da duruma göre bozmaz mıydık?. Oyun içinde dayanışma gösterip yarışlara girmez miydik?. Biz yaylalarda oynar, harman yerlerinde sabahlardık. Çayırlarda koşar, çaylarda çimerdik. Biz koyun kuzu peşine bile oynayarak giderdik.. Ne güzel oyunlardı… Eee… şimdi ki çocuklar yayla yerine daracık odalar ve balkonların içinde… Geniş çayırları yok ancak çayır rengi halıların üstünde gezinirler. Koyacakları ve bozacakları kuralları da yok… Onları makineler koymuş… Beğenmese de bozamıyorlar.
Adnan ve Harun hocalar anlattıkça bizlerin kafaları karışıyor; ya insaf ya… O kadar uzaktan gelmiş kocaman adamların kafasını karıştırmak için mi hazırlandınız? Yeter ya… Bizleri jepek modunda tarayıp, şeklimizi kâğıda yapıştırmak için mi çağırdınız. Bak hocam, buradan bir çıkarsam, bir daha zor dönerim modunda dersi izliyorum. Hele bir arkadaşım var o dedi ki; “ Bir kaçsam, Adnan hoca beni tutamaz” Ben şimdi o adama bakıyorum kuzu kuzu dinliyor. Yahu bu adam yoksa bize mi tuzak kuruyor. Ali ŞÖLEN taktiği mi uyguluyor. Ali ŞÖLEN, herkese ” Boş verin sınavı kolay soru çıkacak, ben hocalarla görüştüm bakın onun için hiç çalışmıyorum” demiş de gizli gizli çalışıp 97‘yi bulunca diğerleri nasıl güvenip de çuvallamışlar. Dertlerinden yataklara düşmüşler, yerlerde sürünmüşler… Şimdi de böyle bir taktik içinde olanlar var mı acaba?
Bu Harun Hoca genç ama bayağı olgun biri… Kızma yok, kırma yok, bıkma yok… Adnan Hoca da mütevazi, atak, yorulmuyor, oturmuyor. Bu hocaya en güzel sandalyeyi versek de, o gezmeden duramıyor. Ya bu bizim sınıf kum gibi kaynamaya başladı. YETGİN Hoca, ak saçlarına rağmen heyecan dolu… Doğan MALAKOĞLU hep negatif görüntü veriyor, ama eleştiri yapmakta haksızda değil. Kimse yerinde oturmuyor. Bu grup çalışması hoş bir şey… Hürriyet içinde hürriyet yaşıyorsun. Konuş, yaz, gez, tartış, eleştir… Bu sınıf bu konuda çok sabırlı çok!.. Kimse kızmıyor. Gürültüde olmuyor. Ben bu işi sevdim. O halde al kalemi ve 2.0 modunda düşün…
Haftayı ortalamıştık. Arkadaşlara bakıyorum, az da olsa Web.2.0 kavramlarını konuşmaya başladık. Bu terimlere kızıyorum. İçimden “Türkçe olsa” diye de geçiriyorum. Ama Türkler üretse terimlerde Türkçe olacak. Bu yüzden Türkçeleştirmeye çabalıyoruz. Ama yinede ilk günkü kaygı yok. Bu iyi gelişme…
Günler hızla eriyor, aksine biz dikleşiyoruz. Günlere inat, uzay üssü gibi odamızı da, önümüzde hissiz ve heyecansız duran bilgisayarları da sevmeye başladık. Forum yapabiliyor, gruplar oluşturuyorduk… Facebook, Twitter, internet vb… Bunlar artık oyuncak gibi… Artık bizde sosyal medyanın alıcıları olmuştuk… Birbirimize mesajlarda atıyorduk… Heraklitos,”Her şey akıştadır ve hiçbir şey duruşta değildir” Zaten bizde duracak gibi değildik… Bize anlatılanlar, gösterilenler hayat hikâyesi değildi. Zor, bilimsel ve teknik konulardı… Yani uyku getiren yılgınlık getiren cinsten, ama biz uyumuyorduk, yılmıyorduk. Bu Adnan YAZGI hoca her halde okuyup üfledi, Harun Bey bizi hipnozladı… Yoksa bu soğuk konular nasıl sıpsıcak insanı sarabilirdi? Heraklitos’u yanıltmadık, akmasına akıyorduk da, nerede duracağımız belli değildi. Ama ben yine de Mevla’ya sığınıp, Mevlana’nın sözünü Heraklitos’un alnına yapıştırayım da, sadece söz edenin kendisi olmadığını anlasın!.. Ne demiş Mevlana, “ Donmayan su gibi ol.” Vallahi bu çağrı bize… Biz donarsak, gelecekteki Türk çocukları buz keser… Onlar üşümesin diye biz akmaya devam edelim.
Kursun sonuna gelmiştik… Belgeleri aldık. İllerimize döndük… Milli Eğitim Müdürleri, ilgili şubeye bakan müdür yardımcıları, şube müdürleri ile görüşmeler yapıldı. Ne olduğunu anlatmaya çalıştık.. Ama sözün sonu, ”Kurs açalım açmasına da, daha önce planlananlar var.” Arkasından da,” Müfettiş bey, kursun adı neydi?” sorusu… Sabırla, İntel Öğretmen Eğitimi ve Liderlik Forumu Kursu” diyorum. MEB’nın İntelle anlaşması var. Bütün bu izahatın sonucu çıkmaya yakın” bakarız” lafı ile uğurlanıyoruz. Ama bütün bu kenardan bakmalara rağmen Bolu’da kurslarımızı açmıştık…
Tarih 03-07/10/2011 Antalya –Kemer…
Yeni bir heyecanla, alışmış olmanın verdiği rahatlıkla güzel şehrin şirin ilçesindeyim. Denize komşu kıyıları seyrederek varıyorum. Arkadaşlarımı ve Adnan Bey’i görüyorum. Değişik arkadaşlar aramızda… Ak saçlı Hıfzı YETGİN hocam da var, aspirin Leyla AYVAZOĞLU’da… Pervin GÖZENOĞLU hoca da bizimle; buğday benizli ama hep gülen yüzü var. Törenden sonra grup oluyoruz. Herkes heyecanlı. İlk günün yorgun ve uykusuz haliyle çalışmalara başlıyoruz.
Çalışmalarda akademik bilgi, hazır bulunuşluk, teknolojik donanım kadar duygusal motivasyonda önemli… İşte önem derecesine kadar saydığım bütün bunların yanında arkadaşların tutumları da samimi ortam oluşturmaya uygundu. İzmir’den gelen ekipte Hülya MAHMUTOĞLU, derinden ve dalgalı bir ses tonu, ağır konuşan ama düzgün bir Türkçe ile konuşmaya yol açan biriydi. Onu tanıyan arkadaşların ilk sözleri;”Anam bacım olsun, içi dışı bir” yakıştırmasını yaparlar ve bunda da hakları vardı. O aynen bir bacı gibi davranırdı. Türkçe’de bacı lafı git gide unutuluyor, ancak Hülya hocam bunu hatırlatanlardandı. Çeviri ekibinde olan Ayşegül YILMAZ ve Meral PEHLİVAN arkadaşlarımız sessiz ve derin çalışmalar içinde olduklarından son gün tanımış olduk. Görev bilinci yüksek, şamata etmeden yol alanlardandı. Mustafa KOCACIK adil bir grup başkanı ve idare ile bizler arasında doğru bilgi akışını sağlamada hatasızdı. Filiz NAMLI, nazik, nezaketli, tevazu ve incelik akan bir hanım efendi şairane duygularla oradaydı. Bu arada Zeynel GİRENTE, beyefendi, bir o kadarda teknik donanımı olan ve Türkçe’yi katletmeden konuşan bir arkadaşımız…
Bu çalıştay hiç fena gitmiyor. Zeki HALİSOĞLU hoca Ağrı Doğubeyazıt’tan yollara düşmüş. Samimiyeti yüzünden okunuyor. Yazdığı örnek olay son derece “örnek” teşkil ediyor. Batılıların bu yüzyılda uğraştıkları ile bizim uğraştığımız konuları kıyaslayınca aynı yerde döndüğümüzü anlıyorum. Herkesin duyarsız kaldığı bir coğrafyada Zeki hocanın bitmeyen azmi, yorumlarındaki somut önerileri, saygısı ve insanlara karşı hürmeti bu kuşağın elmas bir kuşak olduğunu hatırlatıyor. Kurban olduğum büyük Atatürk, açtığın ufuk bu insanlara merhale kazandırmış. Zeki hocamla aynı amaca yönelik gayretlerim duygularımı kabartıyor. Böyle bir arkadaşım olduğu için bahtiyarım.
Recep BAYRAKTAR,dan bahsetmeden olmaz. Aspirin Leyla’nın has arkadaşlarındandır. Kavgaları da barışık halleri de hiç eksik olmaz. Bu arkadaşların bu kadar riyasız, samimi ve saygı ile dolu halleri çok insanı şaşırtır. Bunların küskünlükleri de yağmur suyu gibidir. O anda ne yağmışsa o kadar görünürler; arkası ve uzatması yoktur. Aspirin Leyla anlatmıştı. Recep hoca bayan arkadaşla konuşurken, farkında olmadan göbeğini kaşımışta, Leyla bu durumu makaraya sarmıştı. Recep hiç kızmamış sadece “farkında değilim” diye hüzünlü bir açıklama yapmıştı.
İhsan hocam serhat şehri Edirne’den kervana yol arkadaşı olanlardandı. Grup toplantılarında, çay sohbetlerinde Karadeniz şivesinin şehirlisini konuşur, mutlaka felsefi bir açıklama yapardı. İlk başta ilgilenmez gibi görünenler, olaylar arasında bağlantı kurduklarında hak verirlerdi. Mantık kurgusu güzel arkadaşımda bizlerde güzel izler bıraktı.
Tokat yaylalarından katılan Ahmet TUTAR Bey’de yumuşak ses tonu ve babacan açıklamaları ile sevilen grup başkanıydı. İşlerini erken bitirmenin huzuru içindeydi. Görev bilinci yüksek bir arkadaşımızdı. Nezaketli tavırları vardı. Şamata etmez ama konuşurdu, açık ve net cümleler kurardı. Ayrılışından yarım saat önce beraberdik, otobüse bindirme fırsatım olmadı ama o beni telefonla arayarak vedalaştı. Galiba vefalı olmak İstanbullu olmak değil, memleket toprağı gibi mümbit olmaktı. Bu husus Ahmet Hoca da vardı.
Akşam saatleri, akşam dediysem saatin beşi altısı değil, gecenin 09:00’u, yani 21:00’i… Adnan Bey’in yeni stratejik hamle peşinde olduğunu seziyorum. Hafiften kırgın, üzgün ve iştahsız bir ifadeyle; ”Yol arkadaşlarım, ilk gün gruplar birbirlerini ziyaret etsin, aralarında diyalog kursunlar, tartışsınlar dedim ama pek bir akış olmadı. Ağır gidiyoruz, yetiştiremeyeceğiz!..” şeklindeki yakınma üzerine, herkes diriliyor. “Ne demek yetiştirmemek, bu ekip yol arkadaşını yolda bırakır mı? Ya Allah!..” ve yeni bir hamle… Değişen durumlara uyum sağlama, engellerin üstesinden gelme esnekliğini kazandıran duygusal zekâma emrediyorum. Bak sevgili duygusal zekâm. Bu seferde beni yarı yolda bırakma, bütün zihni melekelerim sönse bile sen benimle ol.. Hani, seninle geceler boyu konuştuğum zamanları niçin hatırlamıyorsun? Mumlar sönse, lambalar kaybolsa sen yanardın. Tıpkı ışıkların kaybolduğu ve benim yandığım gibi…Şu Adnan Bey’e karşı beni nakavt etme!...Uyuşuk halimden beni kurtar ve kağıtlara akışımı kolaylaştır…
Arkadaşlarıma bakıyorum. Ortak bir hedefe kilitlenmişler. Yeni planlar, programlar, tartışmalar var. Bu sınıf yine Kemer sahillerinin kumu gibi kaynamaya başladı. Bu kaynama durgun nehirleri bile coşturur. Coşmuşlardı. O kadar coştular ki toplu şarkı bile söylemeye başladılar. Saatler gece yarısını gösteriyor, ama Hıfzı YETGİN hoca, Elvan Alev YANCAR hoca hala bilgisayar tuşlarını tavukların yemi gagalaması gibi didikliyorlar… Helal olsun size!.. Hakkını veriyorsunuz. Kurslarda blog oluşturma zorluğu çekerdik, siz kemik gibi blog olmuşsunuz. Seviyorum şu sosyal medyayı… Doğru ve tarafsız, anlık ve hızlı. Bunu da şimdi söylüyorum; kolay ve kullanışlı… Balta gibi al sana, al sana, keser gibi hep bana, hep bana değil, testere gibi bir sana, bir bana… Yani çift yönlü..Eee… Atalar ne demiş; “ Tek taştan duvar olmaz.” Haklı söylemişler…
Bu çalıştayın hoş taraflarından biri de insanlara kendilerini ifade etme fırsatı yaratmasıydı. Gerek Pervin hanım, gerek Adnan Bey, insanlara bu fırsatı verdiler. Zira insanın kendini ifade etmesi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç karşılanmış oldu. Kavramlar farkında olmadan günlük hayatımızda yer almaya başlamış bile… Bir birine canı sıkılanların şakaları bile terimleri algıladığımızın doğru adresiydi. “Beyefendi paradigmalar değişiyor”dan tutunda, “Kafamı bozma paradigmanı değiştiririm” lafları bile şakalaşma muhabbetlerinde yerini almıştı. Derin düşünceler bile çağrıştırıyordu. Artık bildiklerimizi ve onlardan hareketle bilmediklerimizi bile düşünmeye başlamıştık. Sahi 21.yy becerileri hakkında kafa yoranları niçin atladık?..
Çalışmalar, toplantılar ve gece mesaileri içinde başarı ile biten bir çalıştay… Pervin Hanım ön çalışmaları kitapçık halinde grup başkanlarına dağıtılmak üzere hazırlamış… Bu ilklerden biriydi. Törende heyecan yarattı. Adnan Hoca veda konuşmasını yarım bıraktı. Hıfzı Hocamla konuşmuştuk ve Adnan Bey’in gıyabında birkaç sözden bir kaçını paylaşmak istiyorum. Adnan Bey uzuna yakın orta boy, yetmiş ile seksen arasında kilosu olan, karayağız bir Anadolu çocuğu. İlk bakışta bu profil içinde taş gibi yüreği olan bir adam tahayyül edersiniz. Aksine bir o kadar duygusal bir insan… Ayrılık yaklaşınca çeşmeleri açıyor, olsun biz onu biliyoruz. Nede olsa gözyaşında rahmet vardır. Kurslarımızın esnek ama başarılı bir çalışma sergilemesinin sebebi bu duygu yüklü yüreklerin olmasına bağlı. Zira insanın duygu hayatı ile zihin hayatı arasında müthiş bir bağ vardır. Bu bağın en bariz örneği Adnan Bey’de mevcuttur.
İlklerden ikincisi de Pervin Hanım ve kendileri için doldurulan sembolik Kurs Belgesini, bütün katılımcılara imzalatmasıydı. Bu sefer hocalar, kursiyer olmuştu. Hüzünle karışık sevinçle barışık bir ortam içinde yola revan olma vakti gelmişti.
Nihayet yeşil ile mavinin güneşle yağmurun dost olduğu Antalya-Kemer Kiriş mahallesinden yolculuk başlamıştı. Haşmetli Toros Dağlarını seyreterek bozkırın içine yayılmış Ankara’ya varıyorum. Merhaba ANKARA…

15 Ekim 2011 Cumartesi

26 Eylül 2011 Pazartesi

Antalya Çalıştayı

Değerli Yol Arkadaşlarımı ve Antalya çalıştay katılımcılarını selamlıyorum. Hıfzı Yetgin

10 Ağustos 2011 Çarşamba

HEPSİ BİZİM SAYILIR

Vaktin birisinde bir köy okulunu teftişe gittik. İkram kabul etmiyoruz. Öğlen oldu. Müdür ve öğretmen arkadaşlar birlikte yemek yemeği önerdiler. Israr faslından sonra teşekkür ederek kabul etmedik. Onlar gitti. Bir kaç dakika sonra birkaç haftalığına o köyde konaklamış olan esmer yurttaşlarımızdan birisi geldi. Çok kararlı ve hiçbir mazeret kabul etmeyen bir tavır içinde bizi çadıra yemeğe davet etti. Grup başkanımız tecrübeli bir meslektaşımızdı. Esmer yurttaşı hafiften bir sorguya çekti.
- Ne var yemekte?
- Hindi haşlama ve beyaz pilav (pirinç)
- Ya her hafta bir yerdesiniz. Hindiyi nasıl besliyorsunuz ? deyince esmer yurttaş pencereden dışarı bakarak eliylede köyde yayılan bir hindi sürüsünü göstererek ;
-Efendi abi şu gördüğün sürülerin hepsi bizim sayılır. Hadi buyur. Bizim başkan;
- Ya sizin mi? sizin sayılır mı ? deyince esmer yurttaşımız;
- Abe efendi abi; bu abeler yetiştiriyor. lüzum değil ki dedi.

1 Mayıs 2011 Pazar

23 NİSAN 1974 GÜNLÜ BİR SERGİ BİLGİLENDİRME YAZISI

1973-1974 Öğretim yılında çalışkanlık ve öğretme aşkı dolu bir insan Döndü İlbars'la birlikte çalıştık.Resim-iş derslerinde öğrencilerimizin yaptıkları ve onlar çalışırken onlarla birlikte bizim de yaptıklarımızdan ortaya epey güzel iş çıkmıştı.Teftişimize gelen saygı ile andığım Sayın Mustafa Yüksel ve Çok geniş ufukları olan ve ülkemizin değerlendiremediği değerlerinden olduğunu düşündüğüm İlçe kaymakamımız Sayın Sudi Kocaimamoğlu'nun öneri ve yüreklendirmeleri sonucu dağ köyündeki bir ilkokulun çalışmaları 23 Nisan 1974 günü İlçe merkezinde sergilenmişti.İşte o sergi öncesi Döndü öğretmenle birlikte o günkü birikimimizle kaleme aldığımız sergi bilgilendirme yazısı geçti elime. Birden O günlere gidiverdim. Döndü Öğretmeni bilgilendirmek ve onayını almak istedim. Ulaşmam mümkün olmadı. Yazı ve çalışmanın O günün öğretmeninin duruş ve yaklaşımını da hissettirdiğini düşünüyorum. Bu vesile ile şimdi nerelerdedir bilmiyorum.Döndü İlbars öğretmenime de selam ve saygı iletiyor, sağlıklar diliyorum. Hıfzı Yetgin
işte Bilgilendirme yazımız.

"HALKIMIZA;
Bir ulusun halk tabakalarında yaşayan gelenek, görenek, el s an atları ve folklor ürünleri o toplumun belleğindeki kültür yapısını bulup ortaya çıka¬rır. Bize o coğrafyanın değerler toplamını ve halkını tanıtır.
Anadolu’nun köyünde, kentinle her yöresinde genç kız gözünü açıp çevresinde bıyıkları henüz terlemiş delikanlıları gördü mü çabaya düşer, çeyizini ha¬zırlar. Ya tezgahtadır halı-Kilim dokur, ya gergefin başına geçer göz nuru döker. Renkler ibrişim olur bükülür. Sonra da şekil olur yazmaya, cembere, çevreye, kola¬na, peşkire dökülür. Kimi püskül olur, demet, demet saçılır. Kimi oya olur bir iğnenin uçunda büklüm, büklüm açılır . Her düğün biz hüner yarışı, bir renk cüm¬büşüdür. Gelin evi, gerdek evi; halılar, kilimler, çoraplar, keseler, oyalarla düzenlenir. Çevrenin görüsüne sergilenir. Renge desene susamışların susuzlukları burada giderilir. Bıyığı henüz terlemiş delikanlılarda boş durmaz. Onlarında vardır yapacakları. Bu gelenek Anadolu’da el sanatlarını ayakta tutmuş, yöresel biçimler kazandırmıştır. Ancak son yılların hızlı gelişimi, toplumdaki sınıf farklarının belirginleşmesi, karın doyurmanın güçleşmesi, köylerin şehire akını ve benzeri etmenler sabır ve emek isteyen el sanatlarını hırpalamış, kıyıya itip unutuluş yo¬luna bırakmıştır.
El işlerinin yok olmasına gönlümüz razı değil. Bu sanata güç vermek, yitip yok olmasını önlemek zorundayız. Aydın kesim kendisine düşen ödevi yapmak halkın yaratıcılığına dayanan, bu sanatı geliştirip halkın gelenek ve göreneklerinden kopmadan ondan aldıklarını yeni bir anlayışla yine ona gö¬türmelidir. Halk içinde yaşayan sanatların halkın eğitiminde etken bir eğitim aracı olduğu, gerçeği gözden ırak bulundurulmamalıdır. Bu erekle elveriş¬siz koşullar altındaki çalışmalarımız sonucunda bu sergiyi hazırladık. Ortaya koy¬duklarımızın çok güzel yada çok başarılı olduğu savlamasında değiliz. Olanak¬larımız oranında üstteki erek çemberi içinde öğrencilerimizle birlikte çalıştık. Serginin hazırlanışına, yakın ilgi ve anlayışlarından dolayı İlçe kaymakamımız Sudi Kocaimamoğlu"na teşekkürü borç biliriz. 23 Nisan 1974

Güzelyayla Öğretmenleri
Döndü İlbars-Hıfzı Yetgin"

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Premium Wordpress Themes