31 Temmuz 2009 Cuma

NÜFUS İDARESİNDE MEMUR OLSANIZ…

NÜFUS İDARESİNDE MEMUR OLSANIZ…

Yetginhoca müfettiş olarak çalışmaktadır. Öğretmenlerin kendilerini yenilemelerini önemsemektedir. Yaptığı her toplantıda bu hususa vurgu yapmakta ve çoğu zaman sözlerini; ” Sözgelimi nüfus idaresinde memur olsanız kendinizi çok da fazla geliştirmek zorunda hissetmeyebilirsiniz” diyerek bitirmektedir. Nüfus İşleri Genel Müdürlüğünce yapılmış olan MERNİS projesi hakkında bilgi sahibi değildir. TC kimlik numarası yazılı olmayan nüfus cüzdanlarının değiştirilmesi zorunluluğu da yeni getirilmiştir. 2002 yılının On Nisan günü sabahı teftiş bürosunun bulunduğu Antalya Valilik binasına girerken, polis memurları kimlik yoklaması yapmaktadırlar. Yetginhocada her sorumlu yurttaş gibi nüfus cüzdanını polis memuruna uzatır. Nüfus cüzdanına bakan polis memuru:
—Beyefendi TC kimlik numaranız yazılmamış der.
Yetginhoca, nüfus idaresindeki memurların nüfus cüzdanı bilgilerini yanlış doldurdukları Hüseyin adının “ Seyin” Rıza adının “Irza” vb. şekillerde yazıldığı konusunda sayısız anı dinlemiş birisidir. Polis memuruna hitaben:
—Ne yapabilirim adamlar yazmamış der. Polis memurundan:
—Nüfus cüzdanınızı değiştirmeniz gerekiyor. Uyarısının gelmesi üzerine, kendi kendisine sesli düşünmeye; “…haydi bakalım muhtardan ilmühaber alacak, Kastamonu/Araç Nüfus idaresinden kayıt örneği getirteceksin, bu işleri de hem Araç hem de Antalya’da takip edeceksin. Hemen başlarsan üç aya kadar belki bitirebilirsin. Diye söylene söylene yinede yapılması gerekenleri tam olarak öğrenmek üzere Nüfus İl Müdürüne gider.
—Hıfzı Yetgin Antalya Eğitim Müfettişi diye kendisini tanıtır ve kısaca sorununu anlatır. Nasıl bir yol izlemesi gerektiğini sorar. Nüfus İl Müdürü;
— Hoş geldiniz! Buyurun oturun, der.
—Müdür bey teşekkür ederim, oturmayayım vaktinizi de almak istemiyorum. Sorumun cevabını alıp gideyim. Müdür:
—Hocam buyurun oturun hem size bir şeyler ikram edeyim diye ısrar edince,
—Zamanınızı almak istemiyorum teşekkür ederim. Müdür,
— Eski nüfus cüzdanınız ile İki fotoğraf ve 2 Lira veriniz der. Nüfus idaresi hakkında farklı paradigmaya (değerler dizisi) sahip… İstenenlere bir anlam verememekle birlikte söyleneni yapar. İstediklerini müdüre verirken, müdür de zile basmış gelen memura;
— Müfettiş beyin nüfus cüzdanı için. Deyip, aldıklarını memura vermiş ve Yetginhoca’ya da buyurun oturun demiş bu arada emrivaki yapıp çayını da söylemiştir. Önce çaylar ve henüz içmeye başladıkları sırada da ; TC kimlik numarası yazılı yeni nüfus cüzdanı gelince, Yetginhoca şaşkın bir şekilde;
— Müdür bey, ilmühaber (yer, hal, medeni durumu ve benzerini gösteren resmi belge, hal kâğıdı), kayıt örneği falan gibi sözcükleri tekrarlarken, il müdürü kurumu ile gururlanarak
— Teknoloji Müfettiş Bey, teknoloji! Sözcüklerini kullandığında Hıfzı Yetgin’in kulaklarında; ”… Sözgelimi nüfus idaresinde memur olsanız, kendinizi çok da fazla geliştirmek zorunda hissetmeyebilirsiniz” sözleri uğuldamaya başlamıştır. Biraz mahcup Nüfus Müdürüne; geçmişte yaptığı konuşmaları özetle anlatıp, özür dileyip, teşekkür ederek yeni nüfus cüzdanı ile oradan ayrılırken nüfus idaresi ile ilgili paradigması da değişmiştir.
11.07.2009

YETGİNHOCA

YETGİNHOCA
Yıl 1969 Yeniortam gazetesi vardı o yıllarda. Emil Galip Sandalcı orada yazardı. İlçede tek gazete bayisi vardı. Öğretmen de aylık abone olmuştu. Her ayın ilk Cumartesi günü köy öğretmenlerinin maaşlarını alabilmeleri ve duyuruların iletilebilmesi için öğretmenler toplantısı yapılırdı. Toplantı sabah saat: 9.00 da başlar, kısa bir konuşma ve duyuruların iletilmesinden sonra biterdi.
Öğretmen bir ay boyunca birikmiş gazeteleri köye götürürdü. Köyde çoğu zaman domino oynanıp radyo dinlenilen bir kahve vardı. Kahvede de gazyağı ile yanan kuvvetli ışık veren lüks lambası vardı. Her gün köylülere lüks lambası ışığında geçmiş aya ait gazetenin iki sayısının önemli haberlerini okurdu. Sadece gazete dinlemek için epeyce köylü kahveye gelirdi. Gazete ve sohbet bitince iddialı domino bazen de iki kişinin ustalık yaptığı 6 kol iskambil oynanırdı.
Böyle bir akşam sohbeti sonrasında köylülerden birisi,
—Öğretmen! Sana ‘Öğretmen’ deyip geçiyoruz.
— Ne demek istersiniz?
—Yok, yok adın zor senin. Geçen cuma Cumayanı pazarına gittim. Orada senin adını sordular diyemedim. Soyadını bildim. Adına da ‘’Yetgin Hoca deriz biz’’ dedim.
— Neden? Adımı kaç kere söyledim size.
— Sen dedin de… Ben yine diyemedim adını. Adın biraz el (yabancı).
— Adım H. Y.
— İşte diyemedim. Ama soyadın kolay. Adına da yetginhoca dedik mi oda kolay.
—Ama adım Hıfzı Yetgin
Ertesi gün her gören,
—Merhaba … Hoca. Günaydın … Hoca. Öğretmen adın da kolaymış.
Demeye başladı. Öğretmen de sakınca görmedi. Bir süre sonra adı da soyadı da … Hoca oldu.

STATÜKOYU (VAR OLAN DURUMU) TERK ETMEK ZOR İŞMİŞ MEĞER.

STATÜKOYU (VAR OLAN DURUMU) TERK ETMEK ZOR İŞMİŞ MEĞER.

Köy içinde gezici öğretmenlik günlerinde okul nöbeti olan ev öğretmene öğlen yemeğini de hazırlardı. İlk başta öğretmen çok itiraz etmiş kesinlikle kabul etmeyeceğini söylemişti. Ama ilk gün okul nöbeti olan ev:
—Öğretmen! Belki sen bizim yediğimizden yemezsin. Ama onca hazırlık yaptık. Valla tenezzül etmezsen güceniriz. Köylü bizi kınar.
Deyince kabul etti öğretmen. Çok emek verilmiş, lezzeti tartışılmaz yemekler hazırlanmıştı.
—Teşekkür ederim. Yengenin de ellerine sağlık dedi. Artık üç ay boyunca yıkılması zor bir geleneğinde başlamasına yol açtığını ertesi günü anladı. İkinci günkü ev sahibi de;
— Öğretmen sofra hazır! Dediğinde…
— Hayır hayır. Artık kendi başımın çaresine bakmalıyım.
Dedi demesine ama… İkinci evin sahibi de;
—Öğretmen, Muhammed’in yemeğini beğenmiş, bizim yemeği beğenmemiş, demez mi konu komşu?
Diye söyleyince gelenek başladı artık. Üç ay boyunca bu hep böyle devam etti. Her ev sahibi hiç erinmeden (yakınmadan), her gün yiyecek olarak kıymetli neleri varsa öğretmenle paylaştılar.
Geçici okul binasına taşındıkları günün ertesi öğlen saati geldiğinde, öğretmen köyde öğlen yemeğinin ciddi sorun olduğunu hissetti. İçinden ‘’Ne rahatmış benim için’’ diye geçirdi. Sonra böyle düşündüğü için kendisinden utandı. ‘’Ama demek ki; değişime direnmek, var olan durumu korumaya çalışmak, birazda çıkarcılıktanmış’’ diye düşündü. Bir yandan da biliyordu ki, köyde hangi evin kapısını çalsa ona severek en iyi ikramlarını yapmaya, ya da evlerinde ne varsa yedirmeye çalışırlardı. Ama bunu asla yapmazdı. Gaz ocağını yaktı. Çayı demledi. Ne olur ne olmaz diye aldığı bisküvi kutusundan çıkardıklarıyla bastırdı açlığını. Diğer günler hazırlıklıydı artık.

Kaymakçı İkna Edilmeli

GÖREV: KAYMAKÇININ AHMET İKNA EDİLMELİ.
Hayrettin 4. sınıfa nakil gelmişti ve okul başkanıydı. Öğrenciler seçmişti O’nu. Köyde okul yokken babası ‘’Oğlum cahil kalmasın’’ diye başka bir köydeki akrabalarının yanına, ‘’Okusun’’ diye göndermişti. O da, dördüncü sınıfa kadar orada okumuş, köye okul açılınca da, ‘’Bu yıl köyde okusun’’ düşüncesiyle, anne babasının yanına gelmişti. Çabuk kavrayan; biraz da koşulların yönlendirmesi sonucu, liderlik özellikleri de olan bir çocuktu. Sabah öğretmen gelmeden sınıfın ön bakımını yapar, yazı tahtasını nöbetçilere sildirir; tebeşir kutusunun bir önceki evden gelip gelmediğini kontrol ederdi. Bir görev de öğretmen vermişti ona. Uzun teneffüste öğretmenin gaz ocağını yakar üzerine çaydanlığı koyardı. Gazocağına çaydanlığı koyduktan sonra da Kaymakçının Ahmet köyün neresinde ise onu bulur;
—Ahmet Gaga! (amca) Öğretmen çay içmeye çağırıyor, der. Kaymakçı’yı o günkü okula getirirdi.
Öğretmen:
—Günaydın Ahmet amca! Hoş geldin!
Kaymakçı:
—Öğretmen, hoş bulduk! Beni yine bu Hayrettin bulup getirdi.
Öğretmen:
—Aferin Hayrettin’e, akıllı çocuk! Bir de, her gün ev ev gezmeleri olmasa… Bu köyden çok akıllı çocuklar çıkacak.
Kaymakçı:
—Köy iyi… Sen iyi… Çocuklar iyi de… Emme(ama) bu muhtar işe yaramazın teki
Öğretmen:
—Yaa! Muhtar da iyi be, Ahmet Amca! Mesela bir tek gün senin hakkında olumsuz söz etmedi bana. Hâlbuki seni ‘okulu geri aldı’ diye şikâyet bile edebilirdi. Ama etmemiş baksana.
Kaymakçı:
—Suçlu ya! O yüzden şikâyet edemez. İnsanlığından değil... Suçunu bildiğinden. Anladın mı?
— Neyse Ahmet amca, bu köyde kötü adam yok. Herkes çok iyi de biraz inat edenler var tabii.
— Bu lafı bana dersin öğretmen, anlarım. Ama bu muhtar, muhtar olduğu sürece sen söylemekten, ben de anlamazlıktan gelmeye bıkmayacağız.
Çay içme faslı ve uzun teneffüs biter.
—Neyse, Ahmet amca bak, Hayrettin zili çaldırdı. Biz derse…
—Sağ ol Öğretmen! Koca köyde benden başka adam yokmuş gibi her gün beni çağırırsın. Hoşuma gider bak. Bir gün de ben seni çağıracağım. Haberin olsun.
—Canın sağolsun. Yarın yine beklerim bak.
Vedalaşırlar. Ertesi gün yine aynı senaryo uygulanır. Her gün, alışılagelmiş merhabalaşmalarını yaparlar; ikisi de birbirlerine kısaca dünden bu yana yaptıklarını aktarırlar; her ikisi de asıl konu olan, okul binası konusuna girmezlerdi.
Derken bir gün Kaymakçı uzun teneffüse yakın o günkü okul sırası olan eve elinde çaydanlık ve bir tas delibal (kimine göre kestane, kimine göre orman gülünden olan bal) ile çıkageldi.
Hayrettin zili çalarken ‘’Öğretmenim, Kaymakçı!’’ diyecekti ki; Öğretmen de gördü Kaymakçı’yı. Koştu, Kaymakçı’nın elinden tası aldı. Kaymakçı’ya:
—Hoş geldin! Ya! Ben alışmıştım senin çaysız gelmene. Diye takıldı. Kaymakçı:
— Öğretmen! Sen adam evladısın bunu anladım. Bu köylü de iyi. Düşündüm de… Muhtar da iyi adammış demek ki. Baksana o kadar iş geçti aramızda sana hakkımda tek kötü laf dememiş. Ee canım, bu kadar iyinin içinde bir kötü ben olmayam gayrı.
Sözün gerisinden bir şeylerin geleceği belliydi sanki.
Bu konuşma ikisini de duygusallaştırdı.
—Estağfurullah! Ahmet Amca, zaten kötü değilsin ki. Ne diyeceğini kestiremedim.
—Dedim ya! Adam olsam hemen kestirirdin. Bak adama (muhtar) ne laflar söyledim. O tek kötü laf etmemiş hakkımda. “ Kem söz sahibine ait” derler. Kim şimdi kem sözün sahabı? Bak öğretmen şu anahtarı al, çocukları götür. Otursunlar sıralarına, okullarında okusunlar. Çayı da Hayretin’le sen iç, diyebildi. Kalktı, yürüyüp gitti.
Çocuklar koşarak geldiler yukarıya;
—Öğretmenim! Kaymakçı ağlıyor koşsana!
Öğretmenin de düğümlendi dili, boğazı… Öylece kaldı ayakta. Göstermek istemedi çocuklara, ama gözlerinden akan yaşa engel olamadı. Sevinçle hüznü bir arada yaşadı.
—Hayrettin zili çal! Diye seslendi.
O gün akşama kadar temizlik yapıldı. Akşam yazı tahtası ile tabela Kaymakçı’nın geçici olarak verdiği tek odalı eve (okul) yerleştirildi.

Okulunu Yap Çevreni Işıtıp Aydınlat

OKULUN YOKSA YAPACAK, ÖĞRENCİNİ BULACAK, ÇEVRENİ IŞITACAKSIN

Çorum İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Anadolu’da bir köy ilkokuluna stajyer Müdür Yetkili Öğretmen olarak atandı. Atandığı köy, ilçeye 37 km. uzaklıkta; o günün koşullarında otomobil yolu olmayan, yüzlerce Anadolu köyünden birisiydi. Heyecanlıydı. Yepyeni bir dünyaya adım atıyordu. 31 Temmuz 1969 günü sabahı İlköğretim Müdürlüğü’nde göreve başlama işlemleri yapıldı. İlköğretim Müdürü atandığı köye yakın bir köye giden birini buldu. Genç öğretmeni köyüne kadar götürmesini söyledi. Tipik Anadolu köylüsü isteği sevinerek kabul etti; ‘’Atım da var müdür bey yürütmem Öğretmen beyi’’ dedi. Bir saat sonrası için Partalcı’nın Hanı’nda buluşmak için sözleştiler. Sözleştikleri yerde buluşup yola çıktılar. Yol uzundu. Altın sarısı başak yığınları ile dolu tarla kenarlarından geçerken insanlarla selamlaştılar. Yeni çevresi, dostları bu insanlar olacaktı. Yedi köy geride bırakıp; sekiz saat sonra, gecenin bir vakti Güzelkaya’ya ulaştılar. Rehber köylü bir evin önünde durdu. Ve elindeki sopa ile kapıya birkaç kez vurarak ‘’Muhtar! Muhtaaaar!’’ diye bağırdı. Kapısı çalınan evden
— Hooop! Diye bir ses geldi. Köylü;
— Muhtar aşağı gel. Öğretmen getirdim.
Muhtarın aşağıya inmesi bir iki dakika sürmedi. Hem öğretmeni hem köylüyü çok sıcak karşıladı. İkisini de hemen eve davet etti. Köylü:
Muhtar, öğretmen sana teslim. Yolum uzun bana müsaade. Dese de, Muhtar akşam yemeği yedirmeden köylüyü bırakmadı. Yemekten sonra köylü hemen gitti. Yol yorgunudur diye öğretmene de yatak serildi ve herkes odasına çekildi.
Öğretmen dinlenmiş olarak uyandı. Birkaç dakika yatakta öylece yattı. Dışarıda insan sesi yoktu ama bir süre hayvan seslerini dinledi. Tavuklar, kuzular, inekler… ‘’Güzel bir gün olacak diye düşündü.’’ Ve dışarıya çıktı. Bir iki kez;
—Muhtar! Muhtar! Diye seslendi. Cevap alamayınca ibriğe hazırlanmış su ile elini yüzünü yıkadı. Belli ki ev halkı tarladaydı. Sofa (oda kapılarının açıldığı bölüm, salon) olarak adlandırılan bölümde yer sofrasına hazırlanmış süt, bal, mısır ekmeği, yoğurt ve çorbadan oluşmuş kahvaltısını yaptı. Dış kapının önüne indi. Gözü okulu aradı. Birkaç yöne baktı. Ama okul binasına benzer bina göremedi. Karşıdan gelen bir köylü;
— Hoş geldin Öğretmen! Öğretmen misin?
— Evet. Okul nerede acaba?
— Muhtar anlatmadı mı?
— Muhtar evde yok. Neyi anlatması gerekiyor?
— Öğretmen bey, muhtar hasat için tarlaya gitti. Gelince anlatır sana. Dedi uzaklaştı.
Öğretmen iyice meraklandı. Giden köylü ‘’Öğretmen uyanmış’’ demiş olmalı ki, kısa süre sonra muhtar koşarak geldi.
— Kusura bakma öğretmen. Bizim buralar böyle. Şimdi çalışmazsak, kışın çalamayız saz. Kahvaltı hazırlatmıştım. Çorba soğumuştur ama… Diye biraz espri ve mahcubiyet karışımı bir tavır içinde birlikte eve çıkarlarken. Öğretmen;
— Muhtar okulu göremedim?
— Boş ver şimdi okulu Öğretmen bey!
— Nasıl boş ver?
—Sana devlet maaşını verir. Bizde bir çare düşünürüz acele etme.
— Anlayamadım.
— Bak okul binası Kaymakçı’nındı. Geçtiğimiz yıl açıldı. Osman Öğretmen bir yıl okuttu. Bu yılda sen geldin. Ama Kaymakçı binasını geri aldı. Anlayacağın okul yok şimdi.
18 yaşındaki stajyer Müdür Yetkili Öğretmenin Gözleri bulanıklaştı. Sersemledi.
— Okul yok. Okul yoksa burada işim ne? Beni okulu olan bir yere vermeliler. Diye söylenirken. Muhtar da;
— Senin suçun yok ki maaşını devlet nasılsa öder. Öğretmen;
— İlçeye gitmeli, yetkilileri haberdar etmeliyim.
Bir gün önce atla 8 saatte geldiği yola bu kez yayan girdi. Muhtar endişelendi. Köy bekçisine:
— Düş öğretmenin peşine. Yol uzundur, patikadır. Ama kimi yerde biter. Kimi yerde de çatallaşır(ikiye ayrılır). Bilemez yolu, dedi.
Arada bekçinin sağdaki yol, soldaki yol uyarıları dışında Öğretmen önde bekçi arkada uzun süre konuşmadan yürüdüler. ‘Hiç de güzel bir gün olmamıştı. Daha ilk günden okulsuz bir öğretmendi’. Bir süre sonra sessizliği bekçi bozdu.
— Öğretmen yavaşsana.(ağır yürü) Bak, sen beni dinle. Geri dönelim.
— Benimle gelmen gerekmiyor.
— Ben bekçiyim Öğretmen, bu benim vazifem.
Yine yaklaşık sekiz saatlik bir yol sonucu gecenin karanlığında ilçeye vardılar. İlçede de sokaklar karanlıktı. O yıllarda akşamları birkaç saat benzin veya mazotla çalışan jeneratörler vardı. Belediye onu çalıştırarak evlere elektrik verirdi. O nedenle ilçede, gecenin geç vaktinde elektrik yoktu. Arada bir gece bekçilerinin düdük sesleri duyuluyordu. Bazı evlerde petrol lambası yanıyordu. İlçenin bu görüntüsü hem köy bekçisini hem onsekizindeki öğretmeni ürpertti. Partalcı’nın hanına vardılar. Hancı kısık sesle gösterdi yatacak yerlerini. Bitişik nizam tanımadıkları başka insanların yanlarındaki dar yataklara yattılar. Uyumak mümkün değildi. Sabah erkenden kalktılar. Öğretmen horoz resimli küçük aynası ve joop marka jileti ile tıraşını oldu. Yan taraftaki lokantada çorbalarını içtiler.
İlköğretim Müdürünün yolu üzerindeki dar beton yolda müdürü beklemeye başladılar. İlköğretim Müdürü karşıdan göründü. Beyaz saçlı sevecen, güven duygusu veren, ütülü pantolonu dikkat çeken temiz giyimli bir adamdı. Yaklaşınca, öğretmen;
— H.Y. Güzelkaya Öğretmeni. Günaydın efendim.
— Günaydın Öğretmen bey!
— Efendim, atandığım köyde okul yok.
İlköğretim Müdürü hiç şaşırmadı. Sadece işaret parmağını dudaklarına götürerek (sus işareti) öğretmenden susmasını istedi. İlköğretim Müdürü önde, öğretmen onun solunda yarım adım geride, bekçi 10m arkalarında sessiz yürümeye başladılar. Bekçi bahçede kaldı. İlköğretim Müdürü cebinden çıkardığı anahtarı ile bürosunun kapısını açtı. Öğretmeni odasına davet etti. Çekmecesinden aldığı temizliği dikkat çeken bir bezle masasını ve manyetolu telefonunun tozunu aldıktan sonra. Ayağı ile bir düğmeye bastı. Gündüz vakti zil çaldı. Hizmetli kapıyı çalarak içeriye girdi.
—Günaydın Müdür bey buyurun.
—Günaydın kalfa (hizmetliye hitap şekli) bize birer kahve yap. Sor bakalım öğretmen beye kahvesini nasıl emrediyor?
O güne kadar çok sık olmamakla birlikte öğretmen zaman zaman kahve içmişti. Ama hiç kimse ona kahve ısmarlamamıştı. Hiç kimse nasıl emrettiğini sormamıştı. Sor bakalım nasıl emrediyor seslenişi birden onsekiz yaşındaki öğretmene yirmi sekiz yaşındaki insan gibi davranması gerektiğini hatırlattı. İçinden düşündü; “ Ben öğretmenim. Öğretmen gibi davranmalıyım.” Cümlelerini tekrarladı. Ama kahvesini nasıl emredeceğini bilemiyordu. İlköğretim Müdürü deneyimli. Öğretmendeki bu eksikliği hissetti. Model olmayı düşünmüş olmalı ki,
— Kalfa benimki orta şekerli olsun. Dedi. Kalfa;
— Müdürüm sizin nasıl içtiğinizi biliyorum. Öğretmen modeli kavradı;
— Benimki de öyle olsun. Dedikten sonra; efendim diye söze girecek oldu. Müdür bey yine sus işareti ile öğretmenin konuşmasını durdurdu. Belli ki bir amacı vardı. Az sonra kahveler yanında birer bardak su ile tepsi içinde geldi. Müdür bey önce sudan ardından kahveden bir yudum aldı. Öğretmen de aynısını yaptı. Öğretmen kahvesinden bir yudum alıp fincanı sehpa üzerindeki tabağına koydu. Müdür:
— Buyurun Öğretmen bey, sizi dinliyorum.
— Efendim, ben Güzelkaya İlkokulu Öğretmeniyim.
— Orasını biliyorum.
— Efendim benim atandığım köyde okul yok.
—Yaaa!
— Evet efendim, yok.
— Öğretmen bey Devlet sizi oralara niçin gönderiyor?
— Niçin gönderiyor efendim?
Müdür genç öğretmenin gözlerinin içine dikkatlice baktı. Birkaç saniye bekledi.
— Okulun yoksa okulunu yapacaksın! Öğrencin yoksa öğrencini bulacaksın! Çevreni ışıtıp aydınlatacaksın!
Öğretmen kendisini bir anda su içinde hissetti. Ter tırnağından çıktı sandı. ‘’Nasıl bir akıl ki, okulum yok diye kaçarak geldin. Çocuk gibi yakınıyorsun. Yazık sana. Yazık ki bu devlet seni yatılı okullarda okuttu. Öğretmen olabileceğini düşündü. Bilemedi çocuk kalacağını. Yazık sana yazık. Sen öğretmen gibi davranacağına sekiz saatlik yolu ağlamak için geldin. Müdür de seni öğretmen sandı. Adam yerine koydu. Kahveni nasıl emredeceğini sordu. Yazık yazık! Birde kahvesini içtin adamın hemde orta şekerli…’’ diye kendi kendisi ile kavga ederken. Ağzı, dili, damağı yanarak orta şekerli kahveyi iki yudumda bitirdi. Utanç içindeydi. Kendisini dışarı zor attı. O güne kadar birkaç kez mahcup olduğu olmuştu. Ama kendisinden hiç bu kadar utanmamıştı.
‘’Yazık! İlk gün çuvalladın. Karşına çıkan ilk güçlükte sınıfta kaldın. Lidere bak, lidere! Hani köyüne lider olacaktın. Hani bulunduğun çevrenin eğitim, tarım, sağlık sorunlarını sen çözecektin. İnsanlar sana gelecekler sen çözüm bulacaktın. Hani onlara yol gösterecektin. Beceriksiz… Bırak insanların derdine çare olmayı, sen kendi sorununu başkalarına havale ettin’’.
Bir yandan sürekli kendisi ile kavga ediyor, İlköğretimin bahçesinden uzaklaşmak için de koşar adım yürüyordu. Kavgası içinden kendisi ile olsa da; zaman zaman utancın şiddeti hiddetinin dışa yansımasına engel olamıyordu. Bahçede bekleyen köy bekçisi de, öğretmenin ara ara kendi kendisi ile konuşmasına bir anlam veremiyordu.
— Ne oldu Öğretmen?
Sorularına da cevap alamıyordu. Öğretmenle birlikte o da koşar adım Güren yoluna doğru yürüyordu. Bir süre bekçi öğretmene seslenerek, öğretmen de kendi kendisi ile konuşarak yol aldılar. Nice sonra kavgayı bıraktı ve kendisi ile anlaşmaya karar verdi;
— Sorunum ne?
— Okulun yok.
— Ne yapmalıyım?
— Okul yapmalısın.
— Kimlerle?
— Köylüler… Köylüler… Kendi sordu kendisi cevapladı.
Takıldı orada biraz.
— Köylüler… Diyordu. Kimlerle yapmalıyım? Köylüler… Ben öğretmenim. Devlet gönderdi. Okulum yok. Yapmalıyım. Kimlerle köylülerle...
Öyle ya, kendisi yapacak değildi. Okulu köylüler yapmalıydı. Okul onların da okuluydu. Kararını kafasında netleştirdi. Köylüleri toplayacak ve okulu yapacağız diyecekti. Görünürde başka çözüm de yoktu. Derken sekiz saat daha geçmiş olmalı ki yine gecenin bir başka vakti Güzelkaya’ya vardılar. Muhtarın kapısı önünde durdular. Bekçinin tam karşısına geçti. Gözlerine bakarak, hiç ikirciklenmeden;
— Sabahleyin saat; 9.00 da tüm köy halkı muhtarın kapısı önünde toplanacak. Herkesi geceden haberdar et.! Bekçi:
—Yarın olsun muhtarla da bir konuşalım, diyecek oldu. Öğretmen hiç ödün vermeden tekrar;
—Sabahleyin, saat tam:9.00 da tüm köylü burada olacak. İyi geceler! Bekçi bu kararlılık karşısında sadece,
—Sabah saat dokuzda tüm köylü burada olacak. Herkes burada olacak, dedi. Öğretmen muhtarın kapısını çalarken; o da, hemen muhtarın evinin yanındaki kapıyı çalmaya başladı.
Muhtar öğretmeni köye geri gelmiş görünce büyük bir sevinç çığlığı ile karşıladı. Bir yandan öğretmeni kucaklarken evdekilere dönüp; eşi, kızları ve oğullarına;
—Dedim size, değil mi? Bu öğretmen adam evladı. Öyle bırakıp gitmez dedim, değil mi? Derken, bir yandan da hemen sofrayı hazırlamalarını söyledi. Öğretmen;
—Muhtar, sabahleyin saat 9.00 da köylülerle toplantı yapacağız. Ve hemen okul yapımına başlayacağız.
— Hoca! Acelemiz ne ya? Dur hele… Aramızda konuşalım, bir karar verelim.
— Muhtar kararı verdik. Okulu yapacağız. Sabah saat dokuzda toplantı var.
—Öğretmen bey, tam hasat zamanı, şimdi kimseye haber veremeyiz. Versek de gelen olmaz.
—Ben bekçiyi görevlendirdim. Haber vermeye başladı bile.
Muhtar giyotin pencereyi kaldırdı. Kafasını dışarı çıkardı. Bekçinin bir evi haberdar edişini dinledi. İşin ciddi olduğunu anladı.
—Neyse Öğretmen, iyi madem(öyleyse); sabah olsun bakarız. Ama okul yapamayız.
—Yapacağız muhtar! Bu konuda hiçbir mazeretimiz olamaz. Neredeyse yarım asırlık Cumhuriyet tarihinde köyümüzde okul yok. Sen hâlâ ‘bakarız’ diyorsun. Okul bu. Herkes üzerine düşeni yapacak.
Öğretmen, sanki evde özel aşçılar varmış gibi; kısa sürede birkaç çeşit yemek ile hazırlanan sofrada yemeğini yedi. Muhtarda ona yelteş (yoldaş, arkadaş) oldu. Öğretmen ayaklarını yıkadı, dişlerini fırçaladı. Dişler fırçalanırken, muhtarın küçük oğlu ısrarla su dökmek istedi. Bir yandan ibrikle su döküyor, bir yandan da öğretmenin dişlerini fırçalamasına;
—Valla biz yapsak (dişlerimizi fırçalasak) köylü bizi kınar. Senin ağzın filan da kokmaz, diyor. Öğretmenin bu davranışına da imreniyordu. Yattılar. Öğretmenin ayakları sızlıyordu. Bir kaç saat ara ile üç gün boyunca, sekiz saatlik yol yürümek iyice ayaklarını hırpalamıştı. Ayaklarının sızısından uyuyamadı. İşinin zor olduğunu biliyordu. Ama başarmalıydı. Sabah saat yedide kalktı. Muhtar da ayaktaydı. Hiç konuşmadan çorbalarını içtiler. Köylülerin gelmesini beklediler. Saat sekizde köylüler birer ikişer, muhtarın evinin önüne gelmeye başladılar. Gelen her köylü önce öğretmene hürmet ediyor, arkasından da muhtarla kavgaya başlıyordu. İstisnasız hepsi de ağız birliği etmiş gibiydi;
— Muhtar! Öğretmen bilmez buraların halini, ne diye anlatmazsın sen! Muhtar da:
— Canım, işte öğretmen(çenesi ile burada işareti yaparak)! Siz anlatın! Diyor. El hareketleri ve mimikleriyle ‘’Laf mı anlıyor bu (öğretmen)!’’ demeye çalışıyordu.
Gelen kırk kadar erkek birkaç da kadın vardı. Öğretmen, orada bulunan ve çoğu kez at binmekte kullanılan, yüksekçe bir taşın üzerine çıktı.
— Günaydın arkadaşlar! Ben bu köyün öğretmeniyim. Devlet size öğretmen gönderdi! Öğrendim ki; okul önceki yıl Kaymakçı’nın kullanmadığı yerde açılmış! Kaymakçı da ‘’bu yıl vermiyorum’’ demiş. Kaymakçı burada mı? Köylüler koro halinde:
— Yoook!
— Bu komşumuzla konuşmalıyız! Köylüler hep bir ağızdan:
— Boşa zahmet etme. Çok konuştuk. Vermiyor.
— Arkadaşlar, öyle ise okul yapacağız!
Herkes yorum yapmaya başladı. Uğultu içinde kimse kimsenin dediğini dinlemiyor ve duymuyordu. Anlaşılabilen tek söz ‘’Yapamayız!’’idi. Kalabalığın içinden birisi de ısrarla el kaldırarak söz istiyordu. El kaldırana öğretmen söz verdi. Söz alan köylü:
— Bizim bu köyde cami de yok!
Öğretmen sinirlendi:
— Şimdi camiyi değil, okulu koşuyoruz! Diye, kesti köylünün konuşmasını. Köylü ısrarla:
—Öğretmen Bey! Bir dinle hele! Bizim köyümüzde camide yoktur. Ama Ramazan ayında otuz günlüğüne imam tutarız. Teravih namazını her gün ayrı bir evde kılarız. Şimdi Ağustos ayı girdi. Tarla, harman, ırgatlık (hasat çalışması) işlerimizi bitiremedik. Zaten bu ay sonuna ancak biter. Eylül ayında da okullar açılır. Peşinden de zaten yağmurlar başlar. Ondan sonrası da kıştır. Senin dediğin zamana kulübe bile yapsak yetiştiremeyiz. Marangoz ustalar var bizim burada. Onlara da soralım yetişir mi? Kalabalığın içinden birisi bağırır:
—Yetişmez! Köylü devam eder:
—Bizim buranın evleri hep aynı şekil(plan)dir Bir tarafta iki oda, bitişiğinde tuvalet ve banyo bulunur. Diğer tarafı boş sofadır. En küçük sofa 60 metrekare gelir. Bir okul nöbeti listesi hazırlarız. Her ev, sıra kendisine gelmeden bir gün önce sofasını boşaltır. Temizliğini yapar. Sen de çocukları sıra ile her gün ayrı bir evde okutursun.
Bir anda başta muhtar olmak üzere, herkesin yüzünde çözüm bulmanın rahatlığı görülüverdi.
—Uygun! Doğrusu bu! Başka ne yapabiliriz ki? Sesleri yükseldi. Toplantı sürecinde öğretmen de bir iki aylık sürede okul yapılamayacağını kavramaya başlamıştı. Öğretmen öneriyi oyladı. Nihai(son) karar için kendilerine danışılması köylülerin hoşuna gitti. Çok büyük bir kısmı kabul yönünde oy kullandı. Kabul etmeme yönünde hiç el kalkmadı. Önerinin lehine de aleyhine de el kaldırmayan sadece birkaç kişi vardı. Onlar da çekimser kabul edildi.
Okul yoktu henüz. Ama en azından eğitim-öğretim olacaktı. Öğretmen için bu da bir aşamaydı.
Hemen marangoz Kemal çağırıldı. Kemal Usta bir torba içinde aletlerini getirdi. Geçici okulun ahşap duvarına çivilenmiş yazı tahtasını söktü. Çivi yerlerine el burgusu ile iki delik açtı. Bu arada öğretmen, muhtar, ihtiyar heyetinden iki kişi ile köyün ileri gelenleri olarak kabul görenler birlikte liste hazırladılar. Liste hazırlanırken evlerin yakınlıkları göz önünde bulunduruldu. Okulda çocuğu olmayan ailelerin evleri de liste dışı bırakıldı. Usta hemen çözüm geliştirdi. Köyde bütün evler, kestane ağacından çivi kullanılmadan birbirlerine geçme ile yapılmış ahşap binalardı. Yazı tahtası sıra ile evlere taşındı. Yazı tahtasına açılmış delikler kılavuz olarak kullanılarak, evlerin kimisine altıpatlar denilen demir çivi çakıldı. Demir çivisi olmayan evlerin duvarlarına da burgu ile delik açılarak kuru kiren (kızılcık) ya da kayın ağacından ağaç çiviler (kavela) yerleştirildi. Bu çalışma iki günde bitti. Öğretmen yumurta akı ve soba kurumu ile yaptığı boya ile yazı tahtasını boyadı. Ustanın testere ve burgusunu kullanarak kestiği tahta ile tabela hazırladı. Tabelaya hazırladığı tahta boyası ile ‘’Güzelkaya İlkokulu’’ yazdı. Tabelanın üst kenarının ortasına, ustanın burgusu ile bir delik deldi. Her evin cümle kapısı üzerine de tabelayı asmaya yarayan birer çivi çakıldı.
Öğretim yılı açıldı. Listedeki ilk eve yazı tahtası ile tabela asıldı. Eylül ayının ikinci pazartesi günü İstiklal Marşı ve Andımız ile dersler başladı. Okulda, altmış öğrenci ikinci sınıfta; yeni kayıt kırkbeş öğrenci birinci sınıfta; nakil gelen bir öğrenci de dördüncü sınıfta olmak üzere toplam yüzaltı öğrenci vardı. Öğrencilerin çoğunluğu 11–12 yaşlarında çocuklardı. Kimi diz üstü, kimi bağdaş kurarak oturdular. Bu yüzden de deftere yazı yazarken epeyce zorlandılar. Ama hepsi sevinçliydi. Öğretmensiz, okulsuz kalma tehlikesi aşılmıştı. Yeni öğretmen okulun kurallarını anlatıyor, onların kurallar konusunda görüşlerini alıyordu. Ardından kurallar birlikte tekrar ediliyor ve karar olarak yazılıyordu. Hepsinin öğrenme açlığı gözlerinden okunuyordu. Öğleden sonraki ilk derste, dördüncü sınıfa naklen gelen Hayrettin’i oy birliği ile sınıf başkanı seçtiler. Tüm okul aynı dersliği(sofayı) paylaştığı için Hayrettin aynı zamanda okul başkanı oldu. Ayın her günü için beşer kişilik nöbetçi öğrenci listesi hazırlandı. Birlikte tartışarak, nöbetçi öğrencilerin görevleri belirlendi. Evlerin sınıf olarak kullanılan bölümü süpürülüp, temizlenecek, paydostan sonra yazı tahtası ile okul tabelası sıradaki eve taşınarak yerlerine asılacaktı. Beş nöbetçi öğrenciden dördünün görevi yazı tahtasını, bir nöbetçi öğrencinin görevi de tabela ile tebeşir kutusunu taşımaktı. Gezici derslik uygulaması üç ay sürdü. Bu süre içinde görev hiç aksamadı.

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Premium Wordpress Themes