19 Ekim 2011 Çarşamba

İNTEL HİKAYEMİZ

Yazar : Fehimdar ÇİFTÇİ

Ankara Eğitim Müfettişi

İNTEL HİKÂYEMİZ

Ankara’ya çağrı yazımı almıştım. Her zaman gidip geldiğim Ankara bana yabancı değildi. Üniversiteyi de orada okumuştum. Hem de gideceğim yere çok yakındı. Milli Eğitim Bakanlığı Teknolojiler Genel Müdürlüğü… Bildiğim bir yer olduğu için pek heyecan duymamıştım. Benim kafamda, Ankara’nın dışında bir yer olsaydı daha iyi olur düşünceleri geçiyordu.
Ankara’ya yaptığım iki saat on beş dakikalık yolculuktan sonra, doğru Teknolojiler Genel Müdürlüğüne gittim. Otomatik bir kapıdan geçtim ve kendimi uzay üssü gibi bir odanın içinde buldum. Hem şaşırdım hem sevindim. Şaşırdım, çünkü alışılmış seminerin dışında bir hava hissettim; herkesin oturacağı yer belli, herkesin kullanacağı bilgisayarı masada hazırdı. Sevindim, çünkü devletim beni önemli görüyordu…
Az sonra hocalarımız geldi. Hoca dediysem kelli felli birilerini anlamayın, biraz tıfılca, memur kalıbında zayıfa yakın kilo, orta ile uzun arasında boy, ceketli, kravatlı ve terbiye ile giyilmiş yani uçuk kaçık olmayan takım elbise… Bu elbiselerden de mütevazı hal akıyor… Çağrılan arkadaşlarımın hepsi gelmişti. Ciddi bir düzen içinde Atatürk ve vatana hizmeti dokunan şehitler ve büyükler için saygı duruşunda durduk. İstiklal Marşımızı söyledik. Usulden olduğu gibi öyle fersiz sönük ve resmi işlem yerine gelsin diye değil, Akif’in yazarken duyduğu heyecana yakın bir duygu seli içinde söyledik. Oturduk. Bu intel hikâyesi baştaki ciddi seremoniden de anlaşılacağı gibi entel hikâyesine benzemiyor. Öğretmenlerimiz kendilerini tanıttılar. Adnan Yazgı ve Harun…. Allah var; ikisi de genç, ikisi de yakışıklı… Ah hocalarım ah…. Sizi üçüncü sınıf sokak kabadayısı bir adam görse ilk diyeceği şey; Bu aslanlar, mevsimin bu vaktinde ne işleri var in-telle, çık- telle. Küçük bir oda ve makinelerin içinde tuşlarla muşlarla oynayacaklarına, salacaksın en harbi meyhanelere, en cazibeli kızlar peşlerinde dolanacak ve racon kesecekler… En hatırlı yosmalarla gününü gün edecekler.. Bakın delikanlılar, bu bilgisayar dediğiniz makineye hatır geçmez, ama biz delikanlı halinden anlar, en hatırlı, hatır kesersiz… Ama sokak adamı ne düşünürse düşünsün, onların yürekleri Türk Milleti’ne hizmet aşkıyla dolu. Bu sebepten olacak ki fark yaratan kişi oluyorlar.
İntel’e başlamıştık… Tereddütler içinde elimiz tuşlarda ama kafamızın içinde karışık düşünceler var. Dersler ilerledikçe kafamız karışıyor, karıştıkça sorulara sığınıp hocalara soruyoruz… Ama karışıklık dört nala koşarken, zihnimiz darmadağınık bir hal içinde yorgun kalmıştı. İçimizden bu işin zor ama başarılmayacak kadar da zor olmadığına kendimizi inandırmaya çalışıyorduk. Herkes hayretler içinde kalmıştı. Çünkü şimdiye kadar gördükleri kalıpların dışında bir seminerdi. Şaşkındık, çünkü elektronikle sonradan tanışmış bir kuşak olarak yaşıyorduk. Her zaman içinde olmasak da bir şekilde bulaşmıştık. Çocuklarımız bizim gibi değildi. Onlar bu elektronik araçların ortamına doğmuş, çoğunun oyuncağı bile teknolojikti. Zavallı bizim kuşak… Sonradan görmede olsalar, inadına idealist, inadına delikanlılar. Bizim kuşak fabrikasyon işi oyuncaklar bilmezdi. Oyuncaklarımız bile çamurdandı. Ama biz oynardık. Oynarken yanımızda Aliler, Ayşeler Fatmalar, Osmanlar vardı. Oyuncağımız yoktu ama yalnız değildik. Oyuncakları yapar, oyunları kurar ve kurgulardık. İbn-i SİNA, on üç yaşında oyun oynarken, bir adam,”Utanmıyor musun çocuklarla oynamaya” demişti de, İbn-i SİNA ona “ Hayır, o işimin, bu da yaşımın gereği” demiş ve adamı soluksuz bırakmıştı. Ha… “o” dediği ise tıp ilminin zamiridir. Bu iş pedagojinin temelinde saklı bir sözdür, taklit değil, orijinaldir. Zira İbn-i SİNA gibi bir dahi ve deha adamı taklit yapar mı? Yapmaz… Zira deha taklidi sevmez… Onu taklit eden batılı adam ise, taklit etmiş ama güzel de söylemiş… Piaget, şu sözü bizim için söylemiş olabilir: ”Çocuk, oynaya oynaya akıl denizine ulaşır” Biz akıllı olmasak çamurdan saraylar yapabilir miydik? Oyunlara kural koyup, sonra da duruma göre bozmaz mıydık?. Oyun içinde dayanışma gösterip yarışlara girmez miydik?. Biz yaylalarda oynar, harman yerlerinde sabahlardık. Çayırlarda koşar, çaylarda çimerdik. Biz koyun kuzu peşine bile oynayarak giderdik.. Ne güzel oyunlardı… Eee… şimdi ki çocuklar yayla yerine daracık odalar ve balkonların içinde… Geniş çayırları yok ancak çayır rengi halıların üstünde gezinirler. Koyacakları ve bozacakları kuralları da yok… Onları makineler koymuş… Beğenmese de bozamıyorlar.
Adnan ve Harun hocalar anlattıkça bizlerin kafaları karışıyor; ya insaf ya… O kadar uzaktan gelmiş kocaman adamların kafasını karıştırmak için mi hazırlandınız? Yeter ya… Bizleri jepek modunda tarayıp, şeklimizi kâğıda yapıştırmak için mi çağırdınız. Bak hocam, buradan bir çıkarsam, bir daha zor dönerim modunda dersi izliyorum. Hele bir arkadaşım var o dedi ki; “ Bir kaçsam, Adnan hoca beni tutamaz” Ben şimdi o adama bakıyorum kuzu kuzu dinliyor. Yahu bu adam yoksa bize mi tuzak kuruyor. Ali ŞÖLEN taktiği mi uyguluyor. Ali ŞÖLEN, herkese ” Boş verin sınavı kolay soru çıkacak, ben hocalarla görüştüm bakın onun için hiç çalışmıyorum” demiş de gizli gizli çalışıp 97‘yi bulunca diğerleri nasıl güvenip de çuvallamışlar. Dertlerinden yataklara düşmüşler, yerlerde sürünmüşler… Şimdi de böyle bir taktik içinde olanlar var mı acaba?
Bu Harun Hoca genç ama bayağı olgun biri… Kızma yok, kırma yok, bıkma yok… Adnan Hoca da mütevazi, atak, yorulmuyor, oturmuyor. Bu hocaya en güzel sandalyeyi versek de, o gezmeden duramıyor. Ya bu bizim sınıf kum gibi kaynamaya başladı. YETGİN Hoca, ak saçlarına rağmen heyecan dolu… Doğan MALAKOĞLU hep negatif görüntü veriyor, ama eleştiri yapmakta haksızda değil. Kimse yerinde oturmuyor. Bu grup çalışması hoş bir şey… Hürriyet içinde hürriyet yaşıyorsun. Konuş, yaz, gez, tartış, eleştir… Bu sınıf bu konuda çok sabırlı çok!.. Kimse kızmıyor. Gürültüde olmuyor. Ben bu işi sevdim. O halde al kalemi ve 2.0 modunda düşün…
Haftayı ortalamıştık. Arkadaşlara bakıyorum, az da olsa Web.2.0 kavramlarını konuşmaya başladık. Bu terimlere kızıyorum. İçimden “Türkçe olsa” diye de geçiriyorum. Ama Türkler üretse terimlerde Türkçe olacak. Bu yüzden Türkçeleştirmeye çabalıyoruz. Ama yinede ilk günkü kaygı yok. Bu iyi gelişme…
Günler hızla eriyor, aksine biz dikleşiyoruz. Günlere inat, uzay üssü gibi odamızı da, önümüzde hissiz ve heyecansız duran bilgisayarları da sevmeye başladık. Forum yapabiliyor, gruplar oluşturuyorduk… Facebook, Twitter, internet vb… Bunlar artık oyuncak gibi… Artık bizde sosyal medyanın alıcıları olmuştuk… Birbirimize mesajlarda atıyorduk… Heraklitos,”Her şey akıştadır ve hiçbir şey duruşta değildir” Zaten bizde duracak gibi değildik… Bize anlatılanlar, gösterilenler hayat hikâyesi değildi. Zor, bilimsel ve teknik konulardı… Yani uyku getiren yılgınlık getiren cinsten, ama biz uyumuyorduk, yılmıyorduk. Bu Adnan YAZGI hoca her halde okuyup üfledi, Harun Bey bizi hipnozladı… Yoksa bu soğuk konular nasıl sıpsıcak insanı sarabilirdi? Heraklitos’u yanıltmadık, akmasına akıyorduk da, nerede duracağımız belli değildi. Ama ben yine de Mevla’ya sığınıp, Mevlana’nın sözünü Heraklitos’un alnına yapıştırayım da, sadece söz edenin kendisi olmadığını anlasın!.. Ne demiş Mevlana, “ Donmayan su gibi ol.” Vallahi bu çağrı bize… Biz donarsak, gelecekteki Türk çocukları buz keser… Onlar üşümesin diye biz akmaya devam edelim.
Kursun sonuna gelmiştik… Belgeleri aldık. İllerimize döndük… Milli Eğitim Müdürleri, ilgili şubeye bakan müdür yardımcıları, şube müdürleri ile görüşmeler yapıldı. Ne olduğunu anlatmaya çalıştık.. Ama sözün sonu, ”Kurs açalım açmasına da, daha önce planlananlar var.” Arkasından da,” Müfettiş bey, kursun adı neydi?” sorusu… Sabırla, İntel Öğretmen Eğitimi ve Liderlik Forumu Kursu” diyorum. MEB’nın İntelle anlaşması var. Bütün bu izahatın sonucu çıkmaya yakın” bakarız” lafı ile uğurlanıyoruz. Ama bütün bu kenardan bakmalara rağmen Bolu’da kurslarımızı açmıştık…
Tarih 03-07/10/2011 Antalya –Kemer…
Yeni bir heyecanla, alışmış olmanın verdiği rahatlıkla güzel şehrin şirin ilçesindeyim. Denize komşu kıyıları seyrederek varıyorum. Arkadaşlarımı ve Adnan Bey’i görüyorum. Değişik arkadaşlar aramızda… Ak saçlı Hıfzı YETGİN hocam da var, aspirin Leyla AYVAZOĞLU’da… Pervin GÖZENOĞLU hoca da bizimle; buğday benizli ama hep gülen yüzü var. Törenden sonra grup oluyoruz. Herkes heyecanlı. İlk günün yorgun ve uykusuz haliyle çalışmalara başlıyoruz.
Çalışmalarda akademik bilgi, hazır bulunuşluk, teknolojik donanım kadar duygusal motivasyonda önemli… İşte önem derecesine kadar saydığım bütün bunların yanında arkadaşların tutumları da samimi ortam oluşturmaya uygundu. İzmir’den gelen ekipte Hülya MAHMUTOĞLU, derinden ve dalgalı bir ses tonu, ağır konuşan ama düzgün bir Türkçe ile konuşmaya yol açan biriydi. Onu tanıyan arkadaşların ilk sözleri;”Anam bacım olsun, içi dışı bir” yakıştırmasını yaparlar ve bunda da hakları vardı. O aynen bir bacı gibi davranırdı. Türkçe’de bacı lafı git gide unutuluyor, ancak Hülya hocam bunu hatırlatanlardandı. Çeviri ekibinde olan Ayşegül YILMAZ ve Meral PEHLİVAN arkadaşlarımız sessiz ve derin çalışmalar içinde olduklarından son gün tanımış olduk. Görev bilinci yüksek, şamata etmeden yol alanlardandı. Mustafa KOCACIK adil bir grup başkanı ve idare ile bizler arasında doğru bilgi akışını sağlamada hatasızdı. Filiz NAMLI, nazik, nezaketli, tevazu ve incelik akan bir hanım efendi şairane duygularla oradaydı. Bu arada Zeynel GİRENTE, beyefendi, bir o kadarda teknik donanımı olan ve Türkçe’yi katletmeden konuşan bir arkadaşımız…
Bu çalıştay hiç fena gitmiyor. Zeki HALİSOĞLU hoca Ağrı Doğubeyazıt’tan yollara düşmüş. Samimiyeti yüzünden okunuyor. Yazdığı örnek olay son derece “örnek” teşkil ediyor. Batılıların bu yüzyılda uğraştıkları ile bizim uğraştığımız konuları kıyaslayınca aynı yerde döndüğümüzü anlıyorum. Herkesin duyarsız kaldığı bir coğrafyada Zeki hocanın bitmeyen azmi, yorumlarındaki somut önerileri, saygısı ve insanlara karşı hürmeti bu kuşağın elmas bir kuşak olduğunu hatırlatıyor. Kurban olduğum büyük Atatürk, açtığın ufuk bu insanlara merhale kazandırmış. Zeki hocamla aynı amaca yönelik gayretlerim duygularımı kabartıyor. Böyle bir arkadaşım olduğu için bahtiyarım.
Recep BAYRAKTAR,dan bahsetmeden olmaz. Aspirin Leyla’nın has arkadaşlarındandır. Kavgaları da barışık halleri de hiç eksik olmaz. Bu arkadaşların bu kadar riyasız, samimi ve saygı ile dolu halleri çok insanı şaşırtır. Bunların küskünlükleri de yağmur suyu gibidir. O anda ne yağmışsa o kadar görünürler; arkası ve uzatması yoktur. Aspirin Leyla anlatmıştı. Recep hoca bayan arkadaşla konuşurken, farkında olmadan göbeğini kaşımışta, Leyla bu durumu makaraya sarmıştı. Recep hiç kızmamış sadece “farkında değilim” diye hüzünlü bir açıklama yapmıştı.
İhsan hocam serhat şehri Edirne’den kervana yol arkadaşı olanlardandı. Grup toplantılarında, çay sohbetlerinde Karadeniz şivesinin şehirlisini konuşur, mutlaka felsefi bir açıklama yapardı. İlk başta ilgilenmez gibi görünenler, olaylar arasında bağlantı kurduklarında hak verirlerdi. Mantık kurgusu güzel arkadaşımda bizlerde güzel izler bıraktı.
Tokat yaylalarından katılan Ahmet TUTAR Bey’de yumuşak ses tonu ve babacan açıklamaları ile sevilen grup başkanıydı. İşlerini erken bitirmenin huzuru içindeydi. Görev bilinci yüksek bir arkadaşımızdı. Nezaketli tavırları vardı. Şamata etmez ama konuşurdu, açık ve net cümleler kurardı. Ayrılışından yarım saat önce beraberdik, otobüse bindirme fırsatım olmadı ama o beni telefonla arayarak vedalaştı. Galiba vefalı olmak İstanbullu olmak değil, memleket toprağı gibi mümbit olmaktı. Bu husus Ahmet Hoca da vardı.
Akşam saatleri, akşam dediysem saatin beşi altısı değil, gecenin 09:00’u, yani 21:00’i… Adnan Bey’in yeni stratejik hamle peşinde olduğunu seziyorum. Hafiften kırgın, üzgün ve iştahsız bir ifadeyle; ”Yol arkadaşlarım, ilk gün gruplar birbirlerini ziyaret etsin, aralarında diyalog kursunlar, tartışsınlar dedim ama pek bir akış olmadı. Ağır gidiyoruz, yetiştiremeyeceğiz!..” şeklindeki yakınma üzerine, herkes diriliyor. “Ne demek yetiştirmemek, bu ekip yol arkadaşını yolda bırakır mı? Ya Allah!..” ve yeni bir hamle… Değişen durumlara uyum sağlama, engellerin üstesinden gelme esnekliğini kazandıran duygusal zekâma emrediyorum. Bak sevgili duygusal zekâm. Bu seferde beni yarı yolda bırakma, bütün zihni melekelerim sönse bile sen benimle ol.. Hani, seninle geceler boyu konuştuğum zamanları niçin hatırlamıyorsun? Mumlar sönse, lambalar kaybolsa sen yanardın. Tıpkı ışıkların kaybolduğu ve benim yandığım gibi…Şu Adnan Bey’e karşı beni nakavt etme!...Uyuşuk halimden beni kurtar ve kağıtlara akışımı kolaylaştır…
Arkadaşlarıma bakıyorum. Ortak bir hedefe kilitlenmişler. Yeni planlar, programlar, tartışmalar var. Bu sınıf yine Kemer sahillerinin kumu gibi kaynamaya başladı. Bu kaynama durgun nehirleri bile coşturur. Coşmuşlardı. O kadar coştular ki toplu şarkı bile söylemeye başladılar. Saatler gece yarısını gösteriyor, ama Hıfzı YETGİN hoca, Elvan Alev YANCAR hoca hala bilgisayar tuşlarını tavukların yemi gagalaması gibi didikliyorlar… Helal olsun size!.. Hakkını veriyorsunuz. Kurslarda blog oluşturma zorluğu çekerdik, siz kemik gibi blog olmuşsunuz. Seviyorum şu sosyal medyayı… Doğru ve tarafsız, anlık ve hızlı. Bunu da şimdi söylüyorum; kolay ve kullanışlı… Balta gibi al sana, al sana, keser gibi hep bana, hep bana değil, testere gibi bir sana, bir bana… Yani çift yönlü..Eee… Atalar ne demiş; “ Tek taştan duvar olmaz.” Haklı söylemişler…
Bu çalıştayın hoş taraflarından biri de insanlara kendilerini ifade etme fırsatı yaratmasıydı. Gerek Pervin hanım, gerek Adnan Bey, insanlara bu fırsatı verdiler. Zira insanın kendini ifade etmesi bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç karşılanmış oldu. Kavramlar farkında olmadan günlük hayatımızda yer almaya başlamış bile… Bir birine canı sıkılanların şakaları bile terimleri algıladığımızın doğru adresiydi. “Beyefendi paradigmalar değişiyor”dan tutunda, “Kafamı bozma paradigmanı değiştiririm” lafları bile şakalaşma muhabbetlerinde yerini almıştı. Derin düşünceler bile çağrıştırıyordu. Artık bildiklerimizi ve onlardan hareketle bilmediklerimizi bile düşünmeye başlamıştık. Sahi 21.yy becerileri hakkında kafa yoranları niçin atladık?..
Çalışmalar, toplantılar ve gece mesaileri içinde başarı ile biten bir çalıştay… Pervin Hanım ön çalışmaları kitapçık halinde grup başkanlarına dağıtılmak üzere hazırlamış… Bu ilklerden biriydi. Törende heyecan yarattı. Adnan Hoca veda konuşmasını yarım bıraktı. Hıfzı Hocamla konuşmuştuk ve Adnan Bey’in gıyabında birkaç sözden bir kaçını paylaşmak istiyorum. Adnan Bey uzuna yakın orta boy, yetmiş ile seksen arasında kilosu olan, karayağız bir Anadolu çocuğu. İlk bakışta bu profil içinde taş gibi yüreği olan bir adam tahayyül edersiniz. Aksine bir o kadar duygusal bir insan… Ayrılık yaklaşınca çeşmeleri açıyor, olsun biz onu biliyoruz. Nede olsa gözyaşında rahmet vardır. Kurslarımızın esnek ama başarılı bir çalışma sergilemesinin sebebi bu duygu yüklü yüreklerin olmasına bağlı. Zira insanın duygu hayatı ile zihin hayatı arasında müthiş bir bağ vardır. Bu bağın en bariz örneği Adnan Bey’de mevcuttur.
İlklerden ikincisi de Pervin Hanım ve kendileri için doldurulan sembolik Kurs Belgesini, bütün katılımcılara imzalatmasıydı. Bu sefer hocalar, kursiyer olmuştu. Hüzünle karışık sevinçle barışık bir ortam içinde yola revan olma vakti gelmişti.
Nihayet yeşil ile mavinin güneşle yağmurun dost olduğu Antalya-Kemer Kiriş mahallesinden yolculuk başlamıştı. Haşmetli Toros Dağlarını seyreterek bozkırın içine yayılmış Ankara’ya varıyorum. Merhaba ANKARA…

2 yorum:

botanist dedi ki...

Merhaba yüreği eğitim aşkıyla yanan yüce yüreklere... İyi ki varsınız... ♥️

yetginhoca1 dedi ki...

Belki on kez okudum. Her okuyuşumda yeni bir şey öğrendim.güzel,yararlı ve yurda hizmet aşkı aşılayan bir yazı eline koluna yüreğine sağlık. Fehimdar hocam.

Yorum Gönder

Twitter Delicious Facebook Digg Stumbleupon Favorites More

 
Design by Free WordPress Themes | Bloggerized by Lasantha - Premium Blogger Themes | Premium Wordpress Themes